26 Ekim 2012 Cuma

Hayalperestim / Mavi Balon

Güneş fazlasıyla bonkör bugün. Işınlarını gözlerimin taa içine dikmiş beni taciz etmekten çekinmiyor. Güneş gözlüklerimi takmamış olmama rağmen hiç rahatsız olmuyorum, hatta tuhaf bir keyif alıyorum bu sıcaklıktan. Işınların derimin içine işleyip, beni delip geçip vücudumdan ok gibi çıktıklarını hissediyorum. Ama canım hiç acımıyor. Kan mı? Hayır, etrafta kan görmüyorum. Adeta anne şefkatiyle okşuyor beni ışınlar, sonra da sessizce çıkıp gidiyorlar.

İçim huzur dolu. Sahil kenarında bir bankta oturmuş geçen gemileri ve irili ufaklı tekneleri izliyorum. Sadece önüme bakıyorum. Bakmıyorum gemilerin arkalarından. Sanki ben onların arkalarından bakmayınca onlar beni, bu şehri terk etmemiş oluyorlar.

Bileğime bağladığım uçan balon hafif bir esintiyle nazlı nazlı salınıp duruyor. Rengi mi? Tabii ki mavi, özgürlüğün rengi. Geçen çocuklar kıskanıyorlar balonumu. Elimden yanlışlıkla kaçırsam, sanki hepsi üstüne üşüşecekler. Ama onlar yakalayamadan uçup gidecek balon, biliyorum. Kaçırmamak için elimden, bağladım sıkıca bileğime. Geçenlerde aldığımız uçan balon yattım-kalktım, yattım-kalktım, yattım-kalktım artık uçmuyordu. Çok üzülmüştüm. Ben yanlış bir şey yapmamıştım ama bozulmuştu işte bir anda. Umarım bu balon da bozulmaz. Çok sevdim çünkü bunu.

İçim ne kadar huzurluysa ayaklarım bir o kadar huzursuz. İleri geri sallanıp duruyorlar. Evet, ayaklarım yere değmiyor. Öne eğilip ayaklarıma dikiyorum gözlerimi. Turuncu ayakkabılarımı giydirdi annem bugün. O kadar kırmızı ayakkabı alalım diye tutturmuştum ama yine beni dinlemeyip kendi istediğini aldı. Önce pek sevmemiştim ama sonra hoşuma gitmeye başladılar. Zaten anladığım kadarıyla çok havalıyım bu ayakkabılarla, herkes geçerken onlara bakıyor. Annem biliyor bu işi, bundan eminim.

- O kadar eğilme, düşeceksin.
Bu amca da kim? Ne zaman oturdu yanıma? Hiç fark etmedim.
- Düşmem ben. Kocaman kız oldum.
- Kocaman değilsin, ama olacaksın ilerde. Adın ne senin?
Annem hep yabancılarla konuşma derdi. En iyisi bir isim uydurayım. Hem eğer başka bir isimle kendimi tanıtırsam, ben de yabancı olurum ve o zaman bir yabancıyla konuşabilirim. Evet, bu fikri sevdim.
- Deniz.
- Kolundaki ne? Künye mi? Bakabilir miyim?
Kolumu uzatıyorum ve işte o an;
- Koca kız yalan söylemeye utanmıyor musun? Adın Deniz değilmiş.
- Amcacım sende bir karar ver. Koca kız mıyım, değil miyim?
- Annen nerede senin? Kimle geldin buraya?
- Yalnız başıma geldim. Bugün önemli bir gün. Bir kutlama yapıyorum.
Bu adamın elindeki ne? Defter mi? Ne yazıyor ki benimle konuşurken? Hep ben konuşurken not aldı, benim konuşmalarımı mı yazıyor defterine acaba? Ne oluyor? Kim bu adam? Ne istiyor benden? Korkuyorum.
- Ne kutlaması? Neyi kutluyorsun?
- ....................................................
- Neyi kutluyorsun? Bugün neden önemli?
- ....................................................
- Duymadın mı sorduğum soruyu? Bugün neden önemli?
- ....................................................
- Beni duyuyor musun?
Nefes alıp verişlerim hızlanıyor. Korkuyorum. Yalnızım. Güneş ilk andaki gibi ısıtmıyor içimi. Vücudumdan geçen ışınlar canımı acıtıyor artık.
- Doktor bey, gözlerimi açmak istiyorum. İçim sıkışıyor. Ne olur bana yardım edin.
- Tamam, sakin ol. Gevşe. Derin derin nefes al, ver. Evet, çok güzel. Devam et. Al, ver. Evet, çok güzel. Yavaşça açabilirsin gözlerini. Sakin ol. Burada güvendesin. İstersen bu seansı burada bitirelim, haftaya devam ederiz. Yormak istemiyorum seni.
- Teşekkür ederim doktor bey. Haftaya görüşürüz.

Yattığım yerden doğrulup çantamı alıyorum. Kapıya doğru yürüyorum küçük adımlarla. Ayağımda turuncu ayakkabılarım yok artık, sanırım mavi balonum da hiç olmadı. Bileğimdeki bu anlamsız iz ne peki? Artık buradan çıkıp gitmem ve düşünmemem gerek. Kapıyı açıyorum, bir adım atıp sonra bir an duraksıyorum. Kapının önünde mavi bir balon var. İçeri geri dönüyorum ve;

- Doktor bey, bugün benim doğum günüm.

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Hayalperestim


Şşşşşt… Sessiz ol. Duyabiliyor musun? Duyamıyor musun? Bir daha dene. Kapat gözlerini. Gözlerinle duyabilmenin ne alakası mı var? Gözlerinin başka şeylere takılıp dikkatinin dağılmasını istemiyorum. Haydi kapat gözlerini. Tam olarak kapat, yarılayıp aradan bakma. Güven bana. Gözlerinin tam kapalı olduğundan emin olunca, ben de kapayacağım gözlerimi. Haydi kapat gözlerini. Sen bana güvenmiyor musun? Haklısın, senin gözlerinin tam kapalı olduğundan emin olunca ben de kapayacağım gözlerimi diyerek, ben de sana güvenmedim. Daha doğrusu güvendim de, nedense öyle demek geldi içimden. Aslında ne var biliyor musun? Nedenini söylemek istemediğim için geçiştiriyorum şu an. Ve sakın ısrar etme çünkü söylemeyeceğim. Birazdan da sana bir çok şey anlatıp aslına bakarsan hiçbir şey söylememiş olacağım.

Hazır mısın? Ya da dur, senin güvenini kazanmak için önce ben kapayacağım gözlerimi. Ne duyuyorsun? Arabaların korna seslerini mi? Güzel! Ama o kadar uzağa gitme, daha yakından başla. Önce ben başlayayım istersen. İzin verdiğin için teşekkür ederim. Her zaman böyle kibardın zaten, unutmuşum. Mesela ben senin gürültülü nefes alıp verişlerini duyuyorum. Garip bir hırıltı sesi geliyor burnundan. Burnundaki eti hala aldırmamışsın. İtiraz etme, aldırmamışsın işte, çıkardığın sesten belli. Tamam, üstüne gelmeyeceğim. Saatin tik-taklarını duyuyorum sonra. Tik-tak, tik-tak, tik-tak... Zaman geçiyor, hem de çok hızlı... Aklıma ellerin geldi. En çok onlar zamana karşı koyamamışlar. Biliyor musun en çok ellerini severdim senin. Nasır dolu ellerini... Bana dokunmadan önce canımı acıtmamak için krem sürdüğün ellerini. Gözlerimi açmam yasak olmasa dikkatlice bakmak istediğim ellerini... Senin de gözlerini açman yasak, hiç heveslenme. 

Neyse... Nerede kalmıştık? Sesler... Hava çok sıcak diye camı açık bırakmıştım, ama bundan faydalanıp bana yine arabaların korna seslerini duyuyorum deme. Bana odaklan, odaya odaklan, eve odaklan. Vapur sesi mi? Vapur sesi duyamazsın! Duymamalısın! Duyma! Tamam, haklısın. Sinirlenmeyeceğim. Bazen kontrol edemiyorum kendimi. Ama uzun sürmüyor biliyorsun. Parlayıp anında sönerim ben. Ama değiştim biliyor musun? Artık hiç sinirlenmiyorum, hiç bağırmıyorum. İnanmıyor musun? Az önce bağırdım mı? Ne zaman? “Duyma!” dediğimde mi? Sana öyle gelmiş demeyeceğim, çünkü bağırdım. Hala geçmişten izler ve alışkanlıklar barındırıyorum demek ki içimde. Ben değişmek için çaba sarf ettim, törpüledim kendimi. “Ama sen ne yaptın” dememi bekliyorsun ama korkma demeyeceğim. Değiştim derken ciddiydim. Konudan kopmayalım. Gözlerimizi de açmıyoruz, devam ediyoruz yeni sesler duymaya. Bak madem vapur sesi duydun, o zaman tut aklında sırasıyla söyle. İçten dışa. Evden dışarıya... O duyduğun tık sesi kahve makinesinden geldi. Arada yapıyor öyle, anlamadım nedenini. Fişi prizde bırakıyorum diye mi acaba? Saçma mı geldi nedeni? Bilmiyorum, teknolojik aletlerle aram iyi değildir, bilmem hatırlar mısın? Evet, o eski kahve makinesi, değiştirmedim. İşimi görüyor işte, yenisini almaya ne gerek var? Ama o sesi duyabilmene sevindim. Sevindim işte. Evet, sevindim ne var? Başka bir sebebi yok, sevindim sadece. Her şeye bir sebep bulmak zorunda mıyım ayrıca? Şu an sen bağırıyorsun ama, yapma... Her şeye mantıklı yaklaşmak, her şeye mantıklı sebepler bulmak zorunda değilim senin gibi.

Hayalperestim ben. Hem o kadar mantıklı olsaydım hayal kuramazdım ki... Her yer benim, ben her yerim. İstersem uçuyor, istersem kaçıyor, istersem ölüp sonra diriliyorum. Bir gün doktor, bir gün mimar, bir gün şarkıcı, bir gün pilot... Canım ne isterse... Ne istersem oluyorum. Görmediğimi görüyor, bilmediğimi biliyor, duymadığımı duyuyorum. Hem öyle olmasa seninle şu an nasıl konuşabilirdim ki? Hayır, ben deli değilim, hayalperestim... Neyse, açıyorum artık gözlerimi. Oyun bitti.

11 Nisan 2012 Çarşamba

Peki ya adam?

Yağmurlu bir öğleden sonra... Buluşmak için sözleşmişlerdi adam ve kadın bir kafede. Adam buluşacakları saatten yarım saat önce gelmiş ve kadına söyleyeceklerinin provasını yapmıştı içinden tekrar tekrar. Bu sefer dikkatli olmalıydı adam. Karşısına gelecek kadın kırgındı, üzgündü, kırılmıştı. Bu yüzden kullanacağı her bir sözcüğü özenle seçmeliydi adam. Onu daha fazla yaralamamalıydı.

Heyecan içinde kadının gelmesini beklerken, kendini şanslı hissetti. Şanslıydı çünkü kadın onun görüşme teklifini kabul etmişti, hem de bunca yaşanandan sonra. Bu da bir adım sayılmaz mıydı? Demek ki ilişkilerine bir şans daha verme ihtimali vardı kadının. Yoksa neden gelecekti ki? Seviyorsa, istiyorsa yeniden gelirdi. Sevmiyorsa, istemiyorsa gelmezdi. İşte bu kadar basitti denklem. Gerçekten öyle miydi?

Ve kapı açıldı. Kadın içeri girdi. Upuzun dalgalı saçlarını omuzlarına bırakmıştı, aynı adamın sevdiği gibi. Attığı her adımda kadının uçuşan saçlarını izledi adam. Kadının kapıdan içeri girip masaya kadar yürüyüşü bir asır gibi geldi adama. Sanki o kısacık yol bitmek bilmedi. Kadın masaya geldiğinde, adam ayağa kalkıp kadını öpmek için bir adım attı. Kadın paylaşmadı yanaklarını onunla, kafasını önüne eğip adamın karşısındaki boş iskemleye oturdu. Adam çok kızdı içinden kadının bu tavrına, ama sakin olmalıydı, onu anlamaya çalışmalı ve öfkesini kontrol etmeliydi.

Kadın bir kahve söyledi kendine, bir yudum bile tadına bakmayıp içine şeker atmadığı halde oturduğu süre boyunca karıştıracağı. Adam konuşmaya başladı;

"Bak canım... Çok hata yaptım, seni çok üzdüm, kırdım, biliyorum. Bunun için senden binlerce defa özür dilerim. Öfkeyle kalktım, zararla oturdum. Çok pişmanım. Keşke elimde sihirli bir değnek olsa ve zamanı geri döndürebilsem! Ve o anları hiç yaşanmamış kılabilsem, ah keşke! Ne yapacağımı bilemiyorum. Seni seviyorum. Sen de beni sevmiyor musun? Sevmediğini söyleyebilir misin? Seviyorsun biliyorum..."

Adam durmadan konuşmaya devam etti, aynı zamanda gözlerini kadına dikmiş kadından bir cevap bekliyordu. O kadın öğretmişti adama bu kadar açık ve net hissettiklerini paylaşmayı. Adam bu kadar değişebildiği için gurur duydu kendiyle. Ama onu hissetiklerini paylaşmaya ikna eden bu kadın, neden paylaşmıyordu onunla hissettiklerini?  Neden susuyordu? Neden gözlerinin içine bakmıyordu? Neden kafasını o lanet kahve fincanından kaldırmıyordu?

"Kaldır kafanı. Hadi canım, kaldır kafanı. Gözlerime bak. Hadi kaldır kafanı! KALDIRSANA KAFANI!" Artık adamın sesi yükselmişti. Heyecanının ve mutluluğunun yerini öfke ve mutsuzluk almıştı. Garson o an masaya yaklaştı ve herşeyin yolunda olup olmadığını sordu, müşteriler rahatsız oluyorlardı. Adam garsona ve bağrışmalarından rahatsız olan müşterilere "sorun yok" anlamında bir işaret yaptı ve garson masadan ayrıldı.

İşte yine öfkesine yenilmişti adam, aynen geçmişte kadını kırdığı ve bu duruma düşmelerine sebep olan anlarda olduğu gibi.

"Özür dilerim. Yine yaptım, biliyorum. Çok özür dilerim. Hakim olamadım kendime..." diye devam etti adam sözlerine. Artık kendi söylediklerini de duymuyordu, öfkeyle karışmış pişmanlıkla. Sanki ruhu bedeninden ayrılmış ve herşeyi uzaktan izliyordu. İlk sessizlik anında, kadın kahve fincanından kafasını kaldırdı ve adamın gözlerinin içine baktı. "Tüm sözcükler tükendiğinde, insan insanı anlamaya başlar." (Stanislaw Jerzy Lec) Adam o an, herşeyin bir daha başlamamacasına bittiğini anladı. Bedeninden ayrılan ruhu, o bakış esnasında sıkıca sarıldı kadına son bir defa ve küçük bir öpücük kondurdu kadının yanağına. Son defa...

Kadın ayağa kalktı, çantasını aldı, hızlıca kapıya doğru yürüyüp çıkıp gitti. Gitmişti... Adam içinden 'GİTME' diye haykırdı kadına. O an kadını tamamen kaybettiğini anladı. Bedenine geri dönen ruhu acı vermeye başladı ona. Duyguları allak bullak olmuştu. Bir an gözlerinden yaşlar boşandı, ama kadın bunu hiç göremedi. Çünkü artık herşey için çok geçti. Kadın gitmiş ve adam bitmişti.

4 Nisan 2012 Çarşamba

Sadece bir an...


Kadın gözlerini kahve fincanına dikmiş, dakikalardır karıştırıyordu içine şeker atmadığı kahvesini. Karşısında oturan adam durmadan konuştuğu halde, o bir kere olsun kafasını kaldırıp bakmıyordu adamın yüzüne. Adamın sorularına ya kısa cevaplar veriyor ya da başını adamı onaylar - onaylamaz şekilde hareket ettiriyordu. Adamın sesi yükseldikçe, kadın daha çok kendi içine gömülüyor ve yan masalarda oturanların bakışlarıyla durumundan daha da huzursuzluk hissediyordu. Oysa bir kere bile bakmamıştı etrafına, nereden fark etmişti o bakışları? Ama kadındı işte o, bu yüzden hissederdi, bakmasa bile görürdü, görmese bile duyardı.

Kadın her geçen saniye içine kapandıkça çevresine ördüğü duvarlar daha da büyüyor ve kalınlaşıyordu. Kadına biraz dikkatlice baksanız ördüğü duvarların çıkardığı sesi rahatlıkla duyabilirdiniz. Sanki kendi sessiz çığlığını örtbas etmek için, koyduğu her bir tuğlayı maksimum ses çıkararak koyuyordu ki, biraz olsun kendi çığlığı hariç başka bir ses duyabilsin, işitebilsin...

Artık saatlerdir aynı sayfasına baktığım kitabımı kenara koydum, çünkü kadının sessiz çığlığı başka bir şeye konsantre olmamı engelliyordu. Etrafıma bakındım ve yan masada oturan tanımadığım bu kadının sessiz çığlığını bir tek benim duyabildiğimi fark ettim. Kitabımı da kenara koyduğuma göre artık kahramanlığa soyunmak için önümde hiçbir engel kalmamıştı. "Sessizce" beklemeye koyuldum. Tek umudum kadınla bir kez göz göze gelmek ve o adamdan ya da durumdan kurtulmak için yardım isteyip istemediğini ima etmekti hareketlerimle. Hareketlerimle mi? Hadi canım! Bir bakış yetmez miydi zaten bir kadına herşeyi anlatmak için? Keşke adamda bunu fark edebilseydi...

Adamın sesinin biraz daha yükseldiği bir an, onların masasına doğru tam bir hamlede bulunuyordum ki, garson hızlı adımlarla onların masasına gidip adamı uyardı. Adam hem garsona, hem de diğer masalarda oturan, şaşkın ve kızgın bakışlarla ona bakan insanlara "sorun yok" anlamında bir işaret yaptıktan sonra garson masadan ayrıldı. Kafamda kadının sessiz çığlığını bastırmaya çalışan "sorun yok" cümlesi yankılanıyordu. Gerçekten de sorun yok muydu?

Bütün bunlar yaşanırken kadın bir kez olsun kafasını kahve fincanından kaldırmadı ve kahvesini karıştırmaya devam etti. Şu an adam da konuşmuyordu. Hiçbir sessizlik bu kadar gürültülü olamaz diye geçirdim içimden.

Adam konuşmaya yeniden başladığında, adamın ağzından çıkan her bir sözcüğün kadının bir kulağından girip öbür kulağından çıktığını görebiliyordum. Dışarı çıkan her bir sözcük yere düşüp paramparça oluyordu. Bütün zemin parçalanmış cümleler, sözcükler ve hecelerle dolmuştu. Yerimden kalkıp tuvalete gitmek istesem parçalara basmamak için sek-sek oynamam gerekecekti. Neyse ki şu an buna ihtiyacım yoktu.

Bir an kadın, kahvesini karıştırmayı bıraktı ve kafasını kaldırıp gözlerini adamın gözlerine kilitledi. Bu bakışlar, hayatımda gördüğüm en anlamlı bakışlardı, hiçbir cümleye, sözcüğe ihtiyacı olmayan bakışlar... Kederi, hüznü, mutluluğu, mutsuzluğu, başarıyı ve en önemlisi kararlılığı simgeleyen bakışlar... Kadın ağzını açıp tek bir şey söylemedi, sadece oturduğu yerden adama bakıp bütün düşüncelerini, hissettiklerini bakışlarıyla "dile getirdi". Ayağa kalktı, çantasını aldı ve o an göz göze geldik. Çok kısa bir andı ama herşeyi anlamama yetmişti. Kadının hızlı adımlarla kapıya yönelişini ve kapıdan çıkıp gidişini seyrettim. İşte hepsi bu kadar... Gitmişti...

Kadın gittikten sonra masada yapayalnız kalan adama bir kez olsun bakmadım. Hızlıca hesabımı isteyip kadının arkasından gitmek istiyordum, belki onu yakalayabilirim umuduyla... Ama ödeyecek bir hesabım yoktu. O an aslında önümde bir kitap olmadığını fark ettim. Kahvemi karıştırmayı bırakıp kafamı kahve fincanından kaldırdım ve karşımda oturan, durmadan bana bağıran adamın gözlerinin içine baktım. Hayatımdaki en anlamlı sessizliklerden birini yaşayıp ayağa kalkıp çantamı aldım. Hiçbir şey söylemeden, hızlıca kapıya doğru yöneldim ve çıkıp gittim. Kendi hikayemin kahramanı olmayı seçtim. İşte hepsi bu kadar... Gitmiştim...

28 Mart 2012 Çarşamba

Arnavut İnadı

Kendi elindeki alyansa takıldı kadının gözleri. Kim bilir neler geçiyordu aklından... Gerçekten yüzüğe mi bakıyordu acaba, ona hatırlattıklarını düşünerek? Yoksa basit bir göz takılması mıydı, aklından başka şeyler geçerken? Oysa saatlerdir zaten döndürmüyor muydu o yüzüğü sizin yüzünüze bakıp bir şeyler anlatırken? Farkında mıydı acaba?

Yarı Türkçe, yarı Arnavutça bir şeyler anlatıyordu size, geçmişten... Tozlu raflardan gün yüzüne çıkardığı anıları, sanki daha dün yaşanmışlar gibi anlatıyordu. Sonra aralarda uzun sessizlikler... Sorular soruyordunuz ona, cevaplarını bildiğiniz ama onun hatırlayıp hatırlamadığını bilmediğiniz ve ona hatırlatmaya hafızasını taze tutmaya çalıştığınız... Ummadığınız, beklemediğiniz cevaplar alıyordunuz sorularınıza. Bazen kaç çocuğu olduğunu hatırlamıyordu, bazen nerede olduğunu, bazen kaç yaşında olduğunu, bazen de sizi... Bazen doktor oluyordunuz ona, bazen öğretmen, bazen kızı, bazen de torunu...

O hep kendi dilinde, kendine kızıyordu geçmişini hatırlayarak. Fotoğraflarına bakarak tanımıyordu bazen kendisini, tanıyamıyordu. Huysuzdu, inatçıydı, Arnavut damarı tuttu mu kimse vazgeçiremezdi onu istediğinden, yemek seçerdi, ilaçları şeker niyetine tüketirdi, göz ameliyatı olmadan öncesine kadar örgü örerdi, nakış işlerdi, bonkördü, paylaşımcıydı, birini ziyarete gittiğinde asla eli boş gitmezdi, muhteşem Arnavut böreği yapardı, azimliydi, kafasına koyduğunu mutlaka yapardı, asla vazgeçmezdi... Ve daha bir çok şey gelir sizin aklınıza ona dair iyi ve kötü. Paylaşmak istemezsiniz kötüleri ama işlemiştir işte içinize unutamazsınız da...

Her hareketinden önce, hep aynı Arnavutça cümleyi söylerdi farkında olmadan. Siz anlamayıp o cümlenin ne demek olduğunu sorduğunuzda "Ben bir şey demedim." derdi. Siz yinelerdiniz sorunuzu, o kızardı. Aradan 5 dakika geçince aynı Arnavutça cümleyi tekrar söylerdi. Siz yine anlamaz ve sorardınız. Bir şey söylemediğini yineler, size kızar ve bu sefer küserdi size. İnceden onu kızdırmak hoşunuza giderdi. Ama üstelemezdiniz, çünkü artık Arnavut inadı tutmuştu, ne yapsanız barışmazdı.

Örgü örmüyorsa, mutlaka alyansıyla oynardı. Durmadan döndürür, döndürür, gözleri uzunca bir süre ona kilitlenir ve döndürmeye devam ederdi. Kim bilir neler geçerdi aklından? Yıllar önce kaybettiği kocasına kavuşacağı günü hasret ve özlemle, hiçbir zaman kaybetmediği umutla beklerdi.

- Kocan nerede?
~ Öldü, beni bekliyor.
- Kocan nerede?
~ İşe gitti, gelecek birazdan, yemek yaptım ona.

Her an değişen cevaplar... Küçük gülümsemenizin ardından sessizce akan gözyaşlarınız... Nasıl olsa sizi tam göremiyor, bir gözünü kaybetti.

Sonra bir gece acı acı çalan telefon sesiyle irkilirsiniz. Apar topar hazırlanıp yola koyulursunuz. Karşılaştığınız manzara karşısında sağlam durmaya çalışırsınız. "Girme içeri!" denmesine rağmen girersiniz içeri. Gözlerinizi dikmiş ona bakıp içinize doğru ağlayıp ayakta durmaya çalışırken siz, o gözlerini başka alemde açmıştır çoktan. Veda etmeye ihtiyaç duyarsınız, son bir defa görmeye, "Elveda!" demeye, özür dilemeye gereksinim duyarsınız. Önceden ne kadar kızmış olsanız da ona, 90 yaşında hayata gözlerini yuman anneanneniz her aklınıza geldiğinde gözleriniz dolar ve içinizden teşekkür edersiniz ona...

Ve bir şey daha var ki, ya da neyse söylemeyeceğim. Bana kalsın :) Israr etmeyin lütfen, söylemem. Ne de olsa Arnavut inadını ondan aldım...

2 Şubat 2012 Perşembe

Yap-Boz

İki tane yan yana gelmemesi gereken kelime; yap-boz...
Madem yaptın, neden bozuyorsun? Madem bozucaksın, neden yaptın? Çok saçma işte!

İki tane yan yana gelmemesi gereken kelime; yap-boz...
Yap-DÜZELT olsa daha güzel olmaz mı? Çünkü yaptığın şeyi tekrar tekrar neden bozmak isteyesin ki? Yapmadan önce düşün, hatasız ve düzgün yap. O zaman bozmak zorunda kalmaz, sadece düzeltirsin. Ama "düzelt" olursa da, demek ki hatalı yapılmıştır, düzeltilmeye ihtiyacı vardır. Mükemmel değildir. Olmadı, çok saçma!

İki tane yan yana gelmemesi gereken kelime; yap-boz...
Peki, yap-BOZMA'ya ne dersiniz? Bu da sanki emir verir gibi oldu. Bozma! Elleme! Dokunma! Bana emir verme! Yine olmadı, çok saçma!

İki tane yan yana gelmemesi gereken kelime; yap-boz...
Daha olumlu bitemez mi? Yap-boz-YAP nasıl? Daha umut dolu değil mi? Yaptık, bozduk, tekrar yaptık. Peki, ilk yapılanla, bozulduktan sonra yapılan birebir aynı olabilir mi? Sevmedim, çok saçma!

İki tane yan yana gelmemesi gereken kelime; yap-boz...
Teyzem eskiden "kesilmiş resim parçacıklarını birbirine uygun duruma getirerek asıl biçimi yeniden oluşturmaya dayanan bir tür çocuk oyunu" olan yap-boz oyununa BOZ-YAP derdi. O öyle dedikçe "Teyze, ortada bir şey yok ki, önce bozup sonra yapayım." derdim. Zaten bozuk, paramparça... Olmadı yine, çok saçma!

İki tane yan yana gelmemesi gereken kelime; yap-boz...
Yap-boz'dan tamamen uzaklaşıp yepyeni iki kelime bulup onları bir araya getirsek? Ya da kısaltma kullansak? BÜT-OL nasıl? Ne demek mi? Tabii ki "bütünü oluştur" demek. Beğenmediniz değil mi? Evet, bence de çok saçma!

İki tane yan yana gelmemesi gereken kelime; yap-boz...
Birbirine bu kadar zıt ve uzak bu iki kelimenin arasını daha da açıp ortasına bir kelime koysak?
Yap-SIKIYORSA-boz! Tehdit kokusu alıyorum. Olmadı, çok saçma!

İki tane yan yana gelmemesi gereken kelime; yap-boz...
Daha da açsak bu iki kelimenin arasını, kibarlaştırsak, uyarsak? Yap-AMA-DİKKAT-ET-bozULMASIN! Bu nasıl? Çok uzun, çok saçma!

İki tane yan yana gelmemesi gereken kelime; yap-boz...
"Ya yapma ya da madem yaptın bozma!" İkili oynama! Birini seç, seçtiğinin arkasında dur! Olayı bu kadar gurur meselesi haline getirmeye gerek yok. Çok saçma!

İki tane yan yana gelmemesi gereken kelime; YAP-BOZ!
Nereye kadar?

27 Ocak 2012 Cuma

Kar Küresi...

Sabah perdeler arasından yüzüme vuran gün ışığı... Gözlerim yarı açık, gördüğüm rüyayı anlamlandırmaya çalışmakla geçen birkaç dakika... Gözlerimi kapayıp rüyaya geri dönme çabaları... "Yapabilirim! Tekrar uykuya dalabilirim! Yapabilirim!" Tavana bakan bir çift göz ve sonuç başarısızlık...

"Başucunda bir not defteri bulundur ve gördüğün rüyaları unutmadan, yatağından kalkmadan yaz" demişti vakti zamanında gittiğim bir psikolog. Ama şu an gördüğüm rüyayı uzun uzun yazmak gelmiyor içimden. Bu yüzden not defterime sadece gördüğüm rüyanın bana hatırlattığı ilk şeyi yazıyorum, "Citizen Kane"(Yurttaş Kane; yönetmen Orson Welles'in sinema tarihinin en iyi eseri olarak görülen filmi). "Gün ortasında, bir an yüzümüzde soluklanıp bilinç dışına savrulan düşünceler rüyalara aittir, aynı günün gecesinde göreceğimiz rüyaların haberini getirirler bize. Aklımıza düşer düşmez unutayazdıklarımız." diye yazmış Latife Tekin, "Rüyalar ve Uyanışlar Defteri" adlı kitabında. Acaba ben farkına varmadan bilinç dışına atılmış hangi olaylar sebep oldu bu rüyayı görmeme?

Not defterimi yerine bırakıp sıcak yatağın keyfini çıkarıyorum. Günü daha fazla öldürmeden yataktan kalkma fikri beni yavaş yavaş esir almaya başlıyor. Yatakta boydan boya gerinip yatağın köşesine oturuyorum. Birkaç dakika etrafa bakınıyorum. Duvarda posterler, kartpostallar, oyun afişleri, fotoğraflar... Dün akşamdan kalma etrafa saçılmış kıyafetler... Raflar dolusu kitaplar... Odadaki herşeye o kadar alışmışım ki, ne güzel olduklarını unutmuşum. Bakmışım ama görememişim. Alışmışım ve unutmuşum. Ne yazık!

Eşyalar sadece basit birer örnek alıştıklarımız ve unuttuklarımız için... Çünkü yatağımda oturup odamı seyrederken, bakmayı bırakıp görmeye başlarken, aslında o an öncelikli anlamlarını yitirip bambaşka anlam kazandılar benim için. Yıllardır başucumda duran kar küresi mesela. O, şu an artık ben "görmeye" başladığımdan beri, sadece bir kar küresi değil, ortaokulda en yakın arkadaşımın bana hediye ettiği bir kar küresi... O kar küresinin yıllardır odamda olduğunu unuttuğum gibi, o arkadaşımı da mı unuttum yoksa? Yıllarımı beraber geçirdiğim canım arkadaşımı? Çevremizdeki insanlara, ailemize, dostlarımıza, arkadaşlarımıza, akrabalarımıza, komşumuza da mı aynı duyarsızlık, unutkanlık ve alışkanlıkla yaklaşıyoruz yoksa?

En son ne zaman "Seni seviyorum" dediniz? En son ne zaman teşekkür ettiniz? En son komşunuzla ne zaman selamlaştınız? Sevdiklerinize, onlara yeteri kadar değer verdiğinizi düşündürtecek en son ne yaptınız, ne söylediniz? En son ne zaman bir akrabanızı arayıp hâl hatır sordunuz? En son ne zaman ziyaretlerine gittiniz? En son ne zaman yaptığınız bir yanlışı kabul edip karşınızdakinden özür dilediniz? En son ne zaman birini can kulağıyla dinlediniz?

Sadece bir rüya ve onun tekrar görmemi sağladığı bir kar küresi neler düşündürttü bana sabah sabah... Aklımdan geçen bunca düşünceyle yataktan kalkıp pencereye doğru gidiyorum. Perdeyi araladığımda beyaza bürünmüş İstanbul selamlıyor beni. Bende İstanbul'a gülümseyerek, kürenin içindeki evin penceresini açıp kar tanelerinin içeri girmelerine izin veriyorum. Bir yerden başlamak lazım...

11 Ocak 2012 Çarşamba

Kızarmış ekmek kokusu...

Mutfakta bir hareket... Çaydanlıktan gelen fokurtular... Mis gibi omlet kokusu... Yeteri kadar kızardığını düşünen ekmek, kendini ekmek kızartma makinesinden yukarı doğru fırlatıyor. Hafif bir yanık kokusu etrafı sarıyor. Yeteri kadardan biraz daha fazla kızarmış demek ki :) Omlet kokusuyla içiçe geçen ekmek kokusu, masadaki peynir kokularıyla karışıyor.

Geldi mi sizin de burnunuza?  "Aman, alt tarafı ekmek kokusu!" mu? Hayır, alt tarafı ekmek kokusu, omlet kokusu ya da başka bir koku değil işte, üst tarafı başka... Ne ya da neler hatırladınız kim bilir bir yanmış ekmek kokusuyla? Çocukluğunuza döndünüz belki... Belki bir anı canlandı hafızanızda... O anı yaşarken hissettiklerinizi bir daha yaşadınız belki de...

Kokular... Yeni insanlarla tanışıp sıkılan eller. O ellerden ellerinize sinen parfüm kokuları, o insanların kendi bedenlerinin kokuları. O kokuların size anımsattıkları. Dubai'nin görkeminden başınızın döndüğünü sanan insanlar etrafınızda, siz ise belki de en basit, en sade, en şatafatsız, belki de en izbe bir mekanda yaşanan anılarda, Dubai'den kilometrelerce uzakta... Boş gözlerle bakarsınız etrafa. Bedeniniz bulunduğunuz yerde, ruhunuz olmak istediğiniz yerdedir. Saniye saniye hissedersiniz ruhunuzun bedeninizden ayrılışını, varmak istediği noktaya gidişini... O gidilen yolun uzunluğu değildir de önemli olan, gittiğiniz yer ve yanınızda oraya götürdüklerinizdir. Ruhunuz bedeninize geri dönünce bir karın ağrısı ya da kalp sızısıdır hissettiğiniz... Belki de bir özlem...

Bir koku, alt tarafı bir koku değildir işte... Yıkarsınız çıkmak bilmez bazen, kurtulmaya çalışırsınız, üstüne yeni kokular sıkarsınız, yeni kokular koklarsınız yine olmaz. Yapışır üstünüze. Size hatırlattığı ne ise, hangi duygu ise, başka bir zaman o duygu yaşanınca yeniden ya da hatırlattığı her neyse düşünce akla, gelir o koku burnunuza... Hele bir acıysa hatırladığınız "burnunuzun direği sızlar". Türk Dil Kurumu, deyimler sözlüğünde burnunun direği sızlamak deyimi, "maddi veya manevi çok acı duymak, çok üzülmek" olarak tanımlanır. Başka bir tanıma göre "Özlem duygusunun beyne iletilmesiyle, beynin burun mukozasına yolladığı bir asit sonucu hissedilen durum" dur. Bu açıklama bilimsel olarak ne kadar doğru bilmiyorum, fakat herhangi bir duygu "koku alma duyusu olan burun" ile alakalı bir deyimle açıklanıyorsa, o duyguyu tetikleyen kokunun bunda payı büyüktür diye düşünüyorum.

Koku alma duyusu ile hafıza arasında bir ilişki vardır. Kulak-Burun-Boğaz Uzmanı Doçent Doktor Erhun Şerbetçi'nin "Koku ve Hafıza İlişkisi" üzerine bir gazeteye vermiş olduğu röportajda belirttiği üzere, "Çevremizdeki kokuları yabancılık çekmeden tanımamızın nedeni bir koku hafızasına sahip olmamızdır. Her türlü koku, özel bir kodlamayla koku belleğinde arşivlenir. Bir kokuyla karşılaştığımız anda, bu arşive başvurularak koku tahlil edilir. İlk defa duyumsadığımız, hafızamızda bilgileri bulunmayan bir koku da diğer kokulara benzetilerek yorumlanır. Böyle bir belleğimiz olmasaydı, bir kokuyu tanımlamak imkansız hale gelecekti. Koku ile hafızanın ilişkisi bu kadarla da sınırlı kalmaz. Çünkü kokular, kendileriyle bağlantılı olarak geçmişte yaşanan bazı olayları da aklımıza getirirler." Yani kokunun hafıza üzerinde tetikleyici bir özelliği vardır. Geçmişte yaşanmış herhangi bir olay, o olayla bağlantılı bir kokunun yeniden hissedilmesi halinde koku belleğine yollanan sinyallerle hatırlanıp o olayın hissettirdiği duyguları da ortaya çıkarır. Her koku insanların yaşanmışlıklarına göre farklı anıları ortaya çıkaracağından kimini mutlu eden bir koku, başka birini mutsuz edebilir.

Eski evimizde yaz aylarında hep balkonda kahvaltı ederdik. Annemin hazırladığı kahvaltıya ekmekler kızarana kadar kimse dokunmazdı. Kızarmış ekmeğin kokusunu duyana kadar masadaki herkes sabırsızlıkla annemin mutfağın köşesini elinde ekmek sepetiyle dönmesini beklerdi. Bahçeden gelen hanımeli kokusu eşliğinde yapılan kahvaltının tadını hiçbir yerde bulamazdınız. Her ne kadar kahvaltı yapmaktan pek hoşlanmasam da, kızarmış ekmek ve hanımeli kokusu duyunca ister istemez çocukluğumdaki o eve giderim hafızamda, o evdeki yaşanmışlıklara... Annem evde yokken onun geceliğine sarılıp kokusunu içime çekerek uyuduğum günlere...

"Canım Yunus! Ben sende insan kokusunu seviyorum... Ben sende, senden taşan; etrafındaki taşlara, topraklara, otlara, ölülere bulaşan insan kokusunu seviyorum." (Bedri Rahmi Eyüboğlu)

Sizdeki insan kokusunu seviyorum... Uzaktakilere hasretle...