29 Nisan 2015 Çarşamba

Hayalperestim / 21 GÜN

Kapının tıkırtısıyla koltukta doğrulduğumda sabaha karşı 06.00 sularıydı… Gözlerimi ovuşturdum ve dün gece yaşananlar düştü aklıma. Bir anda kalbim hızla atmaya başladı, elimi sol yanıma götürüp bu tatlı çarpıntıyı tüm hücrelerimde hissettim. O enerji saniyeler içinde parmak uçlarımdan tüm bedenime aktı ve heyecandan nefesim kesildi…

Hayal miydi? Gerçek miydi? Bir film sahnesi sanki dün bizim evde, bu salonda yaşanmıştı. Başrolde ben ve o… Yıllar sonra yeniden… Birlikte…

Aniden salon kapısından içeri uzanmış bana bakan bir çift gözle karşı karşıya kaldım ve işte bir kez daha o gözlerin hapsindeydim. Ayhan sonunda geri gelmişti. Sevinçten çığlık atmak, bağırmak, çağırmak, evin içinde bir sağa bir sola koşturmak, koltukların üzerinde zıplayıp atlamak, en sevdiğim şarkıyı haykırmak ve boynuna atlayıp ona kocaman sarılmak istedim. Saydığım tüm bu eylemlerin sadece en anlamlısını yani sonuncusunu yaptım. Hoş geldin bile demeden, anlık bir hamleyle ona doğru meyledip usulca kollarının arasında kendime yer açıp kokusunu içime çekerek boynuna küçük bir öpücük kondurdum. Sarılmak ne güzel bir his… Dopdolu, kucak kucak, tenlerin ve kalplerin birbiriyle teması, sevgi ve sıcaklığın karşılıklı akışı, dertlerin sanki eriyip o anda yok oluşu…

       -  Bu hava kaçmaz! Hadi Mini’yle gezelim dedi.

Mini köpeğimizin adı değildi elbette. Zaten bir köpeğimiz olsaydı da muhtemelen 35 sene içinde çoktaaan uzak diyarlara göçüp gitmiş olurdu. Mini bizim 1965 yılında aldığımız külüstür ama hala tıkır tıkır çalışan emektar arabamızdı.

Ayhan’ın gözlerinden uyku akıyordu ve muhtemelen dün gece içki almak için açık bir yer bulamayınca bir bara girip bütün gece demlenmişti. İçki içmeyi severdi… Ben de severdim…
Sehpada dünden kalan her şeyi öylece bıraktım. Yarım kalmış tabaklar, boş bardaklar, etrafa saçılmış kuruyemişler… Bir günlük her şeyin dağınık kalmasında bir sakınca yoktu. Hemen odama gidip hızlıca üstümdekileri değiştirdim. Kaybedecek zamanım yoktu. Bu zaman bir daha geri gelmezdi.

        -  Ben arabaya iniyorum dedi.

Beklemekle bir derdi yoktu. Bekleme anlarında daima kendine bir meşgale bulmasını bilirdi. Kendi de genelde geç kaldığı için bekletmelerime çok aldırış etmezdi.

Kapıdan çıkmadan holdeki aynada kendimi göz ucuyla süzdüm, bordo rujumu sürdüm ve işte hazırdım. Siyah rayban gözlüklerini takmış, radyonun sesini sonuna kadar açmış ve çalan şarkıya eşlik ederken buldum onu…

            Ne çıkar bahtımızda ayrılık varsa yarın
            Sanma ki hikâyesi şu titreyen dalların
            Düşen yaprakla biter,
            Böyle bir kara sevda kara toprakla biter…

Soluğu Bebek sahilde aldık. Arabayı park edip sahilde yürümeye başladık. Yorgunluğu her adımda biraz daha artıyordu, bunu her halinden hissedebiliyordum. Birbirini çok iyi tanıyan iki insanın sözcüklere ihtiyacı yoktur, konuşmadan da yüreklerinden geçenleri hissedebilirler.

Bir banka oturup denizi seyrettik, geçen gemileri, uçan kuşları, sahilde oynaşan kedileri… Denizin iyot kokusunu ciğerlerimize çekerken, o öksürmesine rağmen cebinden çıkardığı sigarasını şevkle yaktı ve ardı sıra derin derin nefesler çekti. Onun hırıltılı nefes alıp verişlerine, martıların çığlıkları eşlik ediyordu. Bu senfoni hiç bitmesin istedim. Zaman dursun ve biz o zamanın içinde donup kalalım, kaybolalım istedim. Sessizliğimizi o bozdu.

         -   Kurt gibi acıktım. Hadi kahvaltı yapalım.

Bebek kahveye gidip kendimize mükellef bir kahvaltı sipariş ettik. Masada yok yoktu. Türlü çeşit peynirler, reçeller, bal kaymak, sucuklu yumurta, menemen, kızarmış ekmek, simit… “Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” demiş Cemal Süreya. Ne de güzel, ne de doğru söylemiş. Kahvaltı sonrası sade Türk kahvelerimizi höpürdete höpürdete içip çöken rehavetle birlikte evin yolunu tuttuk.

Eve girer girmez kendini yatağa atıp beni kolumdan tutup yanına çekti ve kafasını göğsüme gömüp öylece uyuyakaldı. Saçlarını okşadım uzun uzun. Yüzünü seyrettim. Sakin ve sessiz…

Ve günler birbirini kovaladı… Hepsi birbirinden özel, hepsi birbirinden güzel ve anlamlı… Ama ters giden bir şeyler olduğunu sezmemek imkânsızdı… Ayhan’ın aklı çok karışık görünüyordu, bakışları bulanıktı, sözcükleri anlamsız… Korkmuyordu, Ayhan hiçbir şeyden korkmazdı. Hayata meydan okur, zorluklara göğüs gerer ve bir kahraman edasıyla başıma açtığım türlü dertlerden beni kurtarırdı. Ama sonra her şeyin sebebini anladım…

O zamansız çıkagelmiş bir kuştu. Yolunu kaybetmiş… Ben kollarımı ona doğru açtım, o da geldi ve o boşluğa kondu. Orada tam 21 gün aynı sıcaklıkla kaldı. Ne bir gün eksik, ne bir gün fazla… Tam 21 gün… Zihnin bir şeyi kendi gerçekliği olarak kabul etmesi ve alışkanlık haline getirmesi için geçerli olan süre tam 21 günmüş… Alıştım… O buradaydı, yanımdaydı, yanı başımdaydı… Ama aslında ruhu çoktan başka diyarlara gitmişti… Onun daha fazla acı çekmesini istemedim. Salonun penceresini ardına kadar açtım ve pencereden süzülüp uçup gitmesine izin verdim…