Ben pencereyi açtım ve Ayhan pencereden uçup gitti… Ve onun en sevdiği
şarkıdaki gibi böyle bir kara sevda kara toprakla bitmedi… Gitmesine izin
verdim. Açtım pencereyi uçtu ve gitti. Hepsi bu… Ne var ki bunda üzülecek? Her
güzel şeyin bir sonu yok mudur? Bu da bir son işte… Hissediyorum bu gidiş son
gidişti.
Açık pencerenin önünde öylece dışarı bakarak kalakaldım. Ne kadar bir süre
bilmiyorum. Hiçbir şey düşünmeden, tüm duygularım ve hislerim bedenimden
çekilmiş olarak… Pencereden içeri süzülen rüzgâr hafif hafif saçlarımın
arasında gezinirken sonbaharın yerini yavaş yavaş kışa bıraktığını fark ettim.
Soğuğun da etkisiyle bir anda yüzüme tokat gibi çarptı gerçekler. Kendime ancak
o zaman gelebildim ve tamamen gittiğini, bittiğini işte o an idrak edebildim.
Ve bu gidişin son olduğunu, hikâyemizin sonu… Bizim 21 günlük hikâyemiz…
İçime koca bir boşluk geldi oturdu. Doldurulamayacağına inandığım… Tam iki
göğsümün arasından başlayıp kasıklarıma kadar… Boşluk kasıklarımda en derininden
bir sancı yarattı. Zordu, hem de çok zor… Pencereyi öylece açık bırakıp
pencerenin önündeki kanepeye kıvrıldım. Kasıklarımdaki sancıya sessizce akan
gözyaşlarım eşlik etti. Son zamanlarda ne ağladım yahu? Mutluluktan ağladım, üzüntüden
ağladım, kaybettiğim sevdiğimi bulduğum için ağladım, sonra da onu yeniden
kaybettiğim için ve şu an kendi ellerimle onun gitmesine izin verdiğim için
ağlıyordum… Yine zaman mefhumunu kaybettiğim bir an yaşıyordum. Kanepede
doğrulup bu saçmalığa bir son verip daha da çok saçmalamam gerektiğine karar
verdim, nasıl olsa saçmalamak ihtisas alanımdı.
Salondaki içki büfesinden Ayhan’dan kalan yarım şişe büyük rakıyı açıp
bardak almak için mutfağa gittim. Buzdolabını açtım, tamtakır. Ayhan’ın
rüzgârına öyle bir kapılmıştım ki, hayatımdaki her şeyi ikinci plana atmıştım;
evi ihmal etmiş, işi boşlamış ve tüm sorumluluklarımı elimin tersiyle halı
altına itelemiştim. Doldurduğum rakı kadehini alıp salona geri döndüm. Rakıya
ancak gözyaşlarımı daha da coşturacak şarkılar yarenlik edebilirdi. Kadehimi
masaya bıraktım, bilgisayarımdan bir şarkı açtım ve sandalyeye oturup boş
duvara bakarak rakıdan ilk yudumumu aldım. Güzel sesiyle Birsen Tezer salonuma
konuk oldu…
“Aşk bu değil
Yapma güzel
Sen insanı güldürürsün, sen
İnsanı güldürürsün
Sevişirken güzel güzel
Sen insanı öldürürsün, sen
İnsanı güldürürsün”
Öyle böyle saatler geçti işte… Hava karardı. Ben kadehleri birbiri ardına
sıraladım ve sonunda şişenin dibini gördüm... Açık pencereden ev buzhaneye
dönmüştü. Soğuğun ve onun gidişi ardından hissettiğim tuhaf boşluğun,
hissizliğin, yalnızlığın etkisiyle midir nedir içki hiç dokunmuyordu. Tam da
içip sarhoş olmak istediğim bir anda. Bu yokluğa alışmanın en kolay yolu; içmek
ve unutmaktı... Adımı bile hatırlayamayacak kadar içmek... Kafayı henüz sıyırmadım,
merak etmeyin... Acısını kendine daha da çok acı çektirerek hafifletebildiğini
sananlardanım ben... Sanmalara aldananlardanım. Deli, çatlak, mazoşist... Ne
derseniz deyin... Kendimi seviyorum, ama kendimi sevdiğim halde en çok da ona
acı çektiriyorum. Akrep gibi, o da sonunda kendini sokuyor. Ne yapayım ben de
böyle bir cinsim işte... Hepimizin farklı farklı arızaları var. Benim de bir
tanesi bu…
Soğuk havaya aldırış etmeden üstümde dünden kalan bir jean pantolon bir
t-shirt’le, portmantoda asılı trençkotumu alıp kendimi sokağa attım. Bir
dakika... Aceleden terliklerle çıkmışım. Hemen eve geri döndüm. Bu arada telefonumu
ve cüzdanımı da yanıma almadığımı fark ettim; anahtarı çekip çıkmışım. Ayağıma
bir spor ayakkabı geçirdim aceleyle ve yollara vurdum kendimi... Kulağımda şu
şarkı çınlayıp durdu;
“Sokaklar geçiyorum sızım hüznüm gölgem benim
Caddeler aşıyorum gözyaşlarım en sessizliğim
Asılsız çarelerle yürüyorum işte böyle
Zamanı geriye çeviririm diye
Acılar yaşıyorum kavuşmak bedeliyle
Bekliyor biliyorum az ötemde sessizce
Adımlarım yaklaştı görüyorum orda işte
Kayboluverdi yine sokaklar arasında
Elbet bir gün yollar çaresizce tükenip son bulacak
Zaman işte yeniden başlamış olacak
İnanırım kalbim onunla sonsuza dek yaşayacak
Kaybolup gidecek maziyle birlikte”
Temiz havaya ihtiyacım vardı. Saatlerce yürüdüm ve sonunda kendimi
Asmalımescit’teki Yakup II restoranın önünde buldum. Restoranın bir kat yukarda,
arka bahçesindeki ilk boş masaya oturup rakı ve bir parça beyaz peynir söyledim.
Gözlerimin önünden film şeridi gibi Ayhan’la olduğumuz süre boyunca
paylaştığımız anlar geçiyordu… Onunla antika pazarında yıllar sonra
karşılaştığımız ilk an… Gözlerimizin birbirine kilitlenmesi… Eve geldiğindeki
şaşkınlığı… İlk öpüşmemiz… Saçlarıma dokunuşu… Ağlaşmalarımız… Yaptığı en küçük
bir şeyi bile sevgi ve aşkla yapması… Ben daha önce hayatımda hiç peynir
tabağını aşkla hazırlayan bir adam görmemiştim. Çok pozitif bir adam değildi;
ama etrafa yaydığı enerji karşısındakinin kendini muhteşem hissetmesine neden
olurdu. Bakışlarındaki anlam… Bir sokak kedisini bile gözleri ve bakışlarıyla
kucaklayabilirdi. Yakışıklı adamdı. Yolda yürürken yanından geçenler kadın
erkek demeden, bir daha dönüp bakarlardı. Kendini de beğenirdi. Yeşilçam’ın
taçsız kralı olarak anılırdı; ama bu onu hiçbir zaman şımartmazdı, her zaman
mütevazı tavırlarıyla dikkat çekerdi. Göz önünde olduğu için fiziğine hep
dikkat ederdi. Her sabah erkenden kalkar, sahile inip sporunu yapar; fırından
yeni çıkmış bir sıcak ekmek alır ve öyle dönerdi eve… Böyle bir adamdı işte
Ayhan…
Aklımda bu düşünceler varken, nasıl sesli bir iç çekmiş olmalıyım ki yan
masadaki adam bir anda kafasını bana doğru çevirip uzunca bir bakış attı.
Etraftaki insanların varlığını o an fark edebildim. Sanki anların hapsinde,
geçmişe kısa bir yolculuk yapmıştım. Keşke tek yön bir yolculuk olsaydı bu… Yan
masadan bana dik dik bakan adamın masamın yanında dikildiğini ancak omzuma
dokunduğunda fark edebildim. Yıllardır görüşmediğim çocukluk arkadaşım tam
karşımda dolu gözlerle bana bakıyordu… Ve yine bir zaman yolculuğu…
- Deminden beri sana sesleniyorum. Hiç duymadın beni. İyi misin?
- Kendimde değilim bu aralar, fark etmedim. Çok özlemişim seni.
- Ben de…
Sonra sımsıkı sarıldık birbirimize. Karşımdaki sandalyeye oturup “Bu meret
yalnız başına çekilmez, bir kadehlik eşlik edeyim sana” dedi. Bazı insanlar
vardır hayatınızda, uzunca bir süre görüşmeseniz de kaldığınız yerden devam
edebilirsiniz ya da küs de olsanız bir zaman karşılaştığınızda hiçbir şey
olmamış gibi devam edersiniz ve birbirinizden ayrı geçirdiğiniz zamana inat birbirinize
omuz olursunuz.
- Neyin var?
- Ayhan…
- Ayhan geri mi geldi?
- Evet…
- Ve?
- Ve ne?
- Şimdi nerde?
- Yok.
- Ne demek yok?
- Gitti.
- Nereye?
- Acı çekmesini istemedim. Gitmesine izin verdim.
- Madem izin verdin, nedir bu halin?
- Ayhan’ın gidişine hazır değildim.
- Her gidiş zamansız bir gidiştir. Hem gitmesine sen izin vermişsin. Acı
çekmesini istememişsin.
- Ben izin verdim ama bu gidişine hazır olduğum anlamına gelmez.
- Yapma. Kendini harap edecek bir şey yok. Ayhan bu işte, hepimiz biliyoruz.
O özgür ruhlu bir adam. Bir yere bağlanamaz. Sana bin kere söyledim.
- Hatta yıllardır sadece bunun yüzünden benimle konuşmuyorsun. Kızdın bana.
- Evet, kızdım! Hem de çok kızdım.
- Aramasın beni demişsin?
- Evet dedim.
- Aramak istedim; sesini duymaya ihtiyacım vardı… Mesaj atmak istedim. Ama
yapamadım. Tersinin ters olduğunu biliyorum. Seni kaybetmek pahasına adım
atmadım. Bir gün yollarımızın kesişeceğini biliyordum. Ama o günün bugün
olacağını tahmin edemezdim. Tam da o gitmişken…
- En çok ihtiyacın olduğu anda… Yani en doğru zamanda olmuş aslında.
- Ölmek istiyorum. Yer yarılsın ve ben o yarıktan düşüp tamamen kaybolayım
istiyorum.
- Gittiğin yerin buradan daha iyi olacağını nereden biliyorsun peki?
- Bilmiyorum. Şu anki tek isteğim bir daha geri gelmemecesine gitmek,
kaybolmak, yok olmak. Ne dersen de işte...
- Sen içkiyi fazla mı kaçırdın? Söylediklerini bilinçli mi söylüyorsun
anlamak istiyorum.
- Aklımı evden çıkarken rakı şişesinin içinde bıraktım.
- Aferin! Çok iyi yapmışsın…
Tuvalete gitmek için yerimden kalktığımda yalpaladım. Tam istediğim
kıvamdaydım. Yaşasın! Sarhoş oluyordum. Tuvalet aynasında yüzüme baktım ve
“Aman Tanrım! GAPS olmuşum!” Korkmayın! Bu bir hastalık ya da kötü bir şey
değil. Bu en yakın kız arkadaşımla aramızda bulduğumuz; rimellerin ağlamaktan
gözaltlarına yayıldığında pandaya benzeme durumunu vurgulayan bir tabir: Göz
Altı Panda Sendromu, yani GAPS. Kafamdaki tüm düşünceleri yüzüme çarptığım
soğuk su ile defettim. Kendime çeki düzen verip arkadaşımın yanına geri döndüm.
Kendi derdime o kadar dalmıştım ki, onun nasıl olduğunu sorma inceliğini
göstermemiştim bile. Bu kadar bencil bir insandım ben işte. “Hadi kalk
gidiyoruz!” dedi.
- Nereye?
- Seni evine bırakacağım. Bu halde yalnız bırakamam seni.
- Ne var halimde? Ben daha çok içmek istiyorum.
- Her zamanki gibi çok güzel ve zarifsin. Ama bu kadar moralin bozukken
yalnız kalman doğru değil. Halinden kastettiğim ruh durumunun dengesizliği. Hem
sen benim ne demek istediğimi anladın, neden alınganlık yapıyorsun ki?
Uslu bir çocuk olup eve gitmeyi kabul ettim. Nasıl olsa evde de içki içmeye
devam edebilirdim. Hesabı istedim ama ben tuvaletteyken halletmiş bile. Merdivenlerden
inerken “Biraz başım döndü” diyerek koluma girdi. Bu onun, fazla alkolden ben
merdivenlerden düşmeyeyim diye ama inatçılığımdan koluma girmesine izin
vermeyeceğimi de bildiği için uydurduğu bir destek şekliydi. Hep böyle ince ve
düşünceliydi benim arkadaşım işte. Yakup’tan çıktık ve kendimizi gecenin o
saatinde bile kalabalıklığından hiçbir şey kaybetmemiş İstiklal Caddesi’nin keşmekeşliğinde
bir o yana bir bu yana savrulurken bulduk. Galatasaray Lisesi’nin önüne kadar
açılmam için yürüttü beni ve oradan bir taksi tutup beni eve kadar bıraktı.
Birkaç hafta daha aynı şekilde yaşadım. Yaşamak değil de, hayatta kaldım
daha doğru bir kelime seçimi olurdu sanırım. İçtim dağıttım, ağladım zırladım,
beni güldürüp eğlendirmeye çalışan dostlarımın öğütlerini dinledim, hepsi bir
kulağımdan girip bir kulağımdan çıktı tabii ki… Sonunda tam kendime geldim
derken çok zayıfladığımı, yüzümün çöktüğünü ve vücudumun tüm fitliğinin
kaybolduğunu fark ettim. Aslında kendime geleceğime kendime yabancılaşmış, kendimden
uzaklaşmıştım. Bu kadar zaman boyunca neredeyse ağzıma faydalı bir lokma
yiyecek sokmamıştım. Alkolden sürekli midem bulanıyordu; rengim kireç gibi
bembeyazdı, gözlerimin feri sönmüştü ve hayat enerjim de beni onun gidişiyle
birlikte terk etmişti… Aaaah kendime ne yapmıştım ben? Bu kadar mı vazgeçmiştim
kendimden? Mide bulantılarım her geçen gün arttı ve tahammül sınırlarımın
kapılarının zorlanmaya başladığı noktada bir doktora başvurmanın en doğru karar
olduğunu fark ettim. Birkaç kan testi yaptılar ve sonuçlar için birkaç saat
beklemem gerektiğini söylediler. O kadar vazgeçmiştim ki yaşamaktan, mide
kanseri olduğum sonucu çıksa mutluluktan havalara uçabilirdim. Sonuçlar için doktorun
odasına gittiğimde, doktorun yüzündeki tebessüm ve heyecanlı bakışları kafamı
karıştırmıştı. Nasıl bir hastalığım vardı ki doktor bu kadar mutlu görünüyordu?
Ağzından şu cümle dökülürken aynı anda karnım ve kasıklarıma derin bir ağrı
saplandı:
- 6 haftalık hamilesiniz!
03.01.2016
İstanbul