28 Mart 2012 Çarşamba

Arnavut İnadı

Kendi elindeki alyansa takıldı kadının gözleri. Kim bilir neler geçiyordu aklından... Gerçekten yüzüğe mi bakıyordu acaba, ona hatırlattıklarını düşünerek? Yoksa basit bir göz takılması mıydı, aklından başka şeyler geçerken? Oysa saatlerdir zaten döndürmüyor muydu o yüzüğü sizin yüzünüze bakıp bir şeyler anlatırken? Farkında mıydı acaba?

Yarı Türkçe, yarı Arnavutça bir şeyler anlatıyordu size, geçmişten... Tozlu raflardan gün yüzüne çıkardığı anıları, sanki daha dün yaşanmışlar gibi anlatıyordu. Sonra aralarda uzun sessizlikler... Sorular soruyordunuz ona, cevaplarını bildiğiniz ama onun hatırlayıp hatırlamadığını bilmediğiniz ve ona hatırlatmaya hafızasını taze tutmaya çalıştığınız... Ummadığınız, beklemediğiniz cevaplar alıyordunuz sorularınıza. Bazen kaç çocuğu olduğunu hatırlamıyordu, bazen nerede olduğunu, bazen kaç yaşında olduğunu, bazen de sizi... Bazen doktor oluyordunuz ona, bazen öğretmen, bazen kızı, bazen de torunu...

O hep kendi dilinde, kendine kızıyordu geçmişini hatırlayarak. Fotoğraflarına bakarak tanımıyordu bazen kendisini, tanıyamıyordu. Huysuzdu, inatçıydı, Arnavut damarı tuttu mu kimse vazgeçiremezdi onu istediğinden, yemek seçerdi, ilaçları şeker niyetine tüketirdi, göz ameliyatı olmadan öncesine kadar örgü örerdi, nakış işlerdi, bonkördü, paylaşımcıydı, birini ziyarete gittiğinde asla eli boş gitmezdi, muhteşem Arnavut böreği yapardı, azimliydi, kafasına koyduğunu mutlaka yapardı, asla vazgeçmezdi... Ve daha bir çok şey gelir sizin aklınıza ona dair iyi ve kötü. Paylaşmak istemezsiniz kötüleri ama işlemiştir işte içinize unutamazsınız da...

Her hareketinden önce, hep aynı Arnavutça cümleyi söylerdi farkında olmadan. Siz anlamayıp o cümlenin ne demek olduğunu sorduğunuzda "Ben bir şey demedim." derdi. Siz yinelerdiniz sorunuzu, o kızardı. Aradan 5 dakika geçince aynı Arnavutça cümleyi tekrar söylerdi. Siz yine anlamaz ve sorardınız. Bir şey söylemediğini yineler, size kızar ve bu sefer küserdi size. İnceden onu kızdırmak hoşunuza giderdi. Ama üstelemezdiniz, çünkü artık Arnavut inadı tutmuştu, ne yapsanız barışmazdı.

Örgü örmüyorsa, mutlaka alyansıyla oynardı. Durmadan döndürür, döndürür, gözleri uzunca bir süre ona kilitlenir ve döndürmeye devam ederdi. Kim bilir neler geçerdi aklından? Yıllar önce kaybettiği kocasına kavuşacağı günü hasret ve özlemle, hiçbir zaman kaybetmediği umutla beklerdi.

- Kocan nerede?
~ Öldü, beni bekliyor.
- Kocan nerede?
~ İşe gitti, gelecek birazdan, yemek yaptım ona.

Her an değişen cevaplar... Küçük gülümsemenizin ardından sessizce akan gözyaşlarınız... Nasıl olsa sizi tam göremiyor, bir gözünü kaybetti.

Sonra bir gece acı acı çalan telefon sesiyle irkilirsiniz. Apar topar hazırlanıp yola koyulursunuz. Karşılaştığınız manzara karşısında sağlam durmaya çalışırsınız. "Girme içeri!" denmesine rağmen girersiniz içeri. Gözlerinizi dikmiş ona bakıp içinize doğru ağlayıp ayakta durmaya çalışırken siz, o gözlerini başka alemde açmıştır çoktan. Veda etmeye ihtiyaç duyarsınız, son bir defa görmeye, "Elveda!" demeye, özür dilemeye gereksinim duyarsınız. Önceden ne kadar kızmış olsanız da ona, 90 yaşında hayata gözlerini yuman anneanneniz her aklınıza geldiğinde gözleriniz dolar ve içinizden teşekkür edersiniz ona...

Ve bir şey daha var ki, ya da neyse söylemeyeceğim. Bana kalsın :) Israr etmeyin lütfen, söylemem. Ne de olsa Arnavut inadını ondan aldım...

1 yorum:

  1. Çok tatlısın canım yüreğine sağlık, başınız sağolsun..

    YanıtlaSil