14 Eylül 2016 Çarşamba

Hayalperestim / Diş Macunu

Doktor “6 haftalık hamilesiniz!” dedikten sonra bayılmışım…

“Hayal ile gerçek arasında bir yerdeyim. Ayhan yanımda. Evdeyiz. Birlikteyiz…  Akşam saatleri… Radyodan Bülent Ortaçgil’in rahatlatıcı kadife sesi yükseliyor…

Bu sabah yalnız uyandım
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Tanıdık kokular yok
Sensiz olmaz
Kahvaltım anlamsızdı
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
İlk sigaram bile tatsızdı
Sensiz olmaz
Anlaşılan alışmışım
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Bir verdiysem iki almışım 

Sensiz olmaz
Aşk bir dengesizlik işi
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Dengeye dönüşen bir sevgi
Sensiz olmaz

Yine kendi kendime sormadan duramadım
Niye seni böyle istiyorum diye bulamadım

Yalnızlık zor, sokaklar çıkmaz
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Hep tekdüze, herşey dümdüz
Sensiz olmaz
Anlamak çözmeye yetmez
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Biraz telaşlı, huzursuz
Sensiz olmaz
...

Mutfak masasının ucuna yaslanmış bana gün içinde neler yaptığını anlatıyor. Ben pürdikkat onu dinleyip yiyecek bir şeyler hazırlıyorum. Kendime bir kadeh şarap koymuşum, hem şarabımı yudumluyorum, hem de salatanın domateslerini doğruyorum.

           -          Sen de bir kadeh içer misin bi’tanem?
           -          Hiç sormayacaksın sandım.

Ben ona bir kadeh şarap koyarken gelip belime sarılıyor ve boynumdan öpmeye başlıyor.

           -           Yapma! Dökeceğim şarabı...
           -           Olsun, dök...

Öpüşleri hızlanıyor. Bir anda beni kendine çeviriyor. Yüz yüze, göz gözeyiz… Nefes alıp verişlerini yüzümde hissediyorum, tüm vücudum sarsılıyor. Sanki derin bir nefes alsam, tüm bedeniyle, ruhuyla içime girecekmiş gibi… Elini yüzümde gezdiriyor, alnımda, dudaklarımda, ensemde… Boynumu istemsizce yana doğru büküyorum… Kalbim yerinden fırlıyor, mutfağın tavanında bir köşeye ilişip yukardan bizi izliyor. Ayhan’ın eli bluzumun içine doğru usulca sızıyor… İrkiliyorum… Direnmiyorum… Beni koltukaltlarımdan kavrayıp tezgaha oturtuyor, bacaklarımı beline doluyorum. Gözlerimi kapayıp ona teslim olmak istiyorum, ama tam tersi gözlerimi kocaman açıp onun gözlerinin derinliğine hapsediyorum… Ben hayatımda bu kadar güzel bakan bir adam görmedim. Her türlü imkansızlığa rağmen… Kimbilir bu cümlelerimle aklınıza neler geliyor? Gelmesin, tutun kendinizi… Önyargısız, en ilkel, en saf halinizle, duygularınızla dinleyin beni. Yargılamayın. Eleştirmeyin. Utanmayın… Bir sevişmeyi en saf haliyle dinleyin… Korkmayın…

Ellerimi saçlarında gezdiriyorum… Dudaklarımız birleşiyor, bir nehrin denize kavuşması misali… Usul usul öpüyor beni… Sanki öpmüyor da, sadece dudaklarını dudaklarıma değdiriyor… Sakin… Her anı, her saniyeyi sonuna kadar hissedip hafızasına/hafızama kazımak istercesine… Sanki son gibi, sanki ilk kez gibi…

Ellerini sırtımda gezdiriyor, haritasını çıkarırcasına… Beni benden daha iyi biliyor, beni benden daha iyi tanıyor bu adam… Korkutucu aslında… Ondan hiçbir şey gizleyip saklayamıyorum ben. Her şey olduğu gibi, apaçık… Gizlemek ister miydim? Hayır… Hayatımda ilk kez birinin yanında benim, olduğum gibi en korunmasız halimle, en oyunsuz, en temiz, en açık, en ben halimle… Onun yanında kendimi daha çok seviyorum, kendimi onun gözleriyle görüp daha çok beğeniyorum, daha çok kadın oluyorum, daha çok çocuk, daha çok insan…

Beni kendine çekiyor… Gömleğinin düğmelerini birer ikişer açıp pürüzlü teninde ellerimle bedenini bir kez daha keşfediyorum. Bu yolculuk hayatımın yolculuğu… Ben onun bedeninde kendimi buluyorum… Kollarımı kaldırıp üstümdeki t-shirt'ü çıkarıyor… Öpüşlerimiz hızlanıyor… Hızlanıyor… Tenlerimiz birbirine değiyor… Sanki değmiyor da, delip geçiyoruz birbirimizi…

Tek vücut olmuş iki ruhuz biz, hem birbirinin tıpatıp aynı, hem de birbiriyle tamamen zıt… O ben olmuş, ben o… Kendi özelliklerimi onda, onun özelliklerini kendimde bulup şaşırıyorum… Ben onu tanıyana kadar kendimi dünyanın en kıskanç insanı olarak adlandırırdım. O ise kıskanç olmamasıyla övünür ama ya kendini tanımaz ya da zaman içinde bana benzediğini inkar etmeye çalışırdı. Çünkü hayatımda tanıdığım en kıskanç insandı. Biz birbirimize yansıyıp hem kendimizi tanıyıp seviyorduk birbirimizde, hem de birbirimizi seviyorduk…

Düdüklü tencerenin sesiyle irkildiğimizde ben mutfaktaki halının üzerinde, o da benim üzerimdeydi… Yarı çıplak…

Üstümüzü toparladık. Sofrayı hazırlamaya koyuldum, ona da bu arada oyalanması için sabah takmak isteyip dolandığı için takamadığım kolyemi açması için verdim. Zorlu şeylere bayılırdı. Zor olduğu için mi seviyordu acaba bizi? İmkansız olduğu için mi? Kimbilir…

Tabağımızdaki yemekler bitmek üzereyken saçma bir konu için kavgaya tutuştuk. Kavga uzadıkça uzadı. Kelimeleriyle kalbime hançeri birer ikişer vurdu. Söz konusu o olunca susuyorum ben, konuşamıyorum, kelimelerim anlamını yitiriyor, konuşamıyorum… Kavgayı da uzatmak niyetinde değildim ama susmak da tepkinin ya da kavgaya ortak olmanın başka bir halidir. Ben sustum, o sinirlendi. Ben sustum, o kükredi… Konuş dedi, susma… Ne fark ederdi ki konuşmam, konuyu uzatmaktan başka… Sustum, kırıldım, incindim…

Tabaklar, çatallar, bıçaklar havada uçuşmadı elbette… Ama uçuşsa da, ben o bakışları görmeseydim dedim içimden… Bazen bir bakış, tüm sözcüklerden daha etkili olabiliyor… Sonra konuyu değiştirdi:

                      -        Kolyenin düğümünü açtım.

Benim içim düğümlenmiş, sen ne kolyesinden bahsediyorsun demek geçiyor içimden ama susuyorum.


                      -        Teşekkür ederim. Sen yukarı çık, ben mutfağı halleder gelirim.

İçime akıttığım gözyaşlarıyla mutfağı üstünkörü elden geçiriyorum. Bu süreçte o uyumuştur diye mutfağın ışığını kapatıp parmak uçlarımda yukarı çıkıyorum. Odanın ışığı yanıyor… Daha fazla kavga etmeye takatim yok. Uyudu mu acaba? Böyle bir akşamı mahvettiği için kızgınım ona… Ama ağzımı açıp tek bir söz söylemeye mecalim yok… Makyajımı silmek ve yatmadan önce son hazırlıklarımı yapmak için banyoya giriyorum. Yüzüme tam su çarparken diş fırçamı lavabonun kenarında görüyorum, üzerinde bir çimdik diş macunu ile… Elimde diş fırçası, banyonun soğuk taşları üstüne kendimi bırakıp saatlerce hüngür şakır ağlıyorum… Bu kadar düşünceli bir adam… Neden? Neden??”

Ayıldığımda doktor karşımda, elleri ellerimde… Yüzündeki o şapşal tebessüm ile gözlerini bana dikmiş… Hızlıca söze giriyorum…

                    -         Bebeği ne zaman aldırabilirim?


14.09.2016
İstanbul




3 Ocak 2016 Pazar

HAYALPERESTİM / MUCİZE

Ben pencereyi açtım ve Ayhan pencereden uçup gitti… Ve onun en sevdiği şarkıdaki gibi böyle bir kara sevda kara toprakla bitmedi… Gitmesine izin verdim. Açtım pencereyi uçtu ve gitti. Hepsi bu… Ne var ki bunda üzülecek? Her güzel şeyin bir sonu yok mudur? Bu da bir son işte… Hissediyorum bu gidiş son gidişti.

Açık pencerenin önünde öylece dışarı bakarak kalakaldım. Ne kadar bir süre bilmiyorum. Hiçbir şey düşünmeden, tüm duygularım ve hislerim bedenimden çekilmiş olarak… Pencereden içeri süzülen rüzgâr hafif hafif saçlarımın arasında gezinirken sonbaharın yerini yavaş yavaş kışa bıraktığını fark ettim. Soğuğun da etkisiyle bir anda yüzüme tokat gibi çarptı gerçekler. Kendime ancak o zaman gelebildim ve tamamen gittiğini, bittiğini işte o an idrak edebildim. Ve bu gidişin son olduğunu, hikâyemizin sonu… Bizim 21 günlük hikâyemiz…

İçime koca bir boşluk geldi oturdu. Doldurulamayacağına inandığım… Tam iki göğsümün arasından başlayıp kasıklarıma kadar… Boşluk kasıklarımda en derininden bir sancı yarattı. Zordu, hem de çok zor… Pencereyi öylece açık bırakıp pencerenin önündeki kanepeye kıvrıldım. Kasıklarımdaki sancıya sessizce akan gözyaşlarım eşlik etti. Son zamanlarda ne ağladım yahu? Mutluluktan ağladım, üzüntüden ağladım, kaybettiğim sevdiğimi bulduğum için ağladım, sonra da onu yeniden kaybettiğim için ve şu an kendi ellerimle onun gitmesine izin verdiğim için ağlıyordum… Yine zaman mefhumunu kaybettiğim bir an yaşıyordum. Kanepede doğrulup bu saçmalığa bir son verip daha da çok saçmalamam gerektiğine karar verdim, nasıl olsa saçmalamak ihtisas alanımdı.

Salondaki içki büfesinden Ayhan’dan kalan yarım şişe büyük rakıyı açıp bardak almak için mutfağa gittim. Buzdolabını açtım, tamtakır. Ayhan’ın rüzgârına öyle bir kapılmıştım ki, hayatımdaki her şeyi ikinci plana atmıştım; evi ihmal etmiş, işi boşlamış ve tüm sorumluluklarımı elimin tersiyle halı altına itelemiştim. Doldurduğum rakı kadehini alıp salona geri döndüm. Rakıya ancak gözyaşlarımı daha da coşturacak şarkılar yarenlik edebilirdi. Kadehimi masaya bıraktım, bilgisayarımdan bir şarkı açtım ve sandalyeye oturup boş duvara bakarak rakıdan ilk yudumumu aldım. Güzel sesiyle Birsen Tezer salonuma konuk oldu…

“Aşk bu değil
Yapma güzel
Sen insanı güldürürsün, sen
İnsanı güldürürsün

Sevişirken güzel güzel
Sen insanı öldürürsün, sen
İnsanı güldürürsün”

Öyle böyle saatler geçti işte… Hava karardı. Ben kadehleri birbiri ardına sıraladım ve sonunda şişenin dibini gördüm... Açık pencereden ev buzhaneye dönmüştü. Soğuğun ve onun gidişi ardından hissettiğim tuhaf boşluğun, hissizliğin, yalnızlığın etkisiyle midir nedir içki hiç dokunmuyordu. Tam da içip sarhoş olmak istediğim bir anda. Bu yokluğa alışmanın en kolay yolu; içmek ve unutmaktı... Adımı bile hatırlayamayacak kadar içmek... Kafayı henüz sıyırmadım, merak etmeyin... Acısını kendine daha da çok acı çektirerek hafifletebildiğini sananlardanım ben... Sanmalara aldananlardanım. Deli, çatlak, mazoşist... Ne derseniz deyin... Kendimi seviyorum, ama kendimi sevdiğim halde en çok da ona acı çektiriyorum. Akrep gibi, o da sonunda kendini sokuyor. Ne yapayım ben de böyle bir cinsim işte... Hepimizin farklı farklı arızaları var. Benim de bir tanesi bu…

Soğuk havaya aldırış etmeden üstümde dünden kalan bir jean pantolon bir t-shirt’le, portmantoda asılı trençkotumu alıp kendimi sokağa attım. Bir dakika... Aceleden terliklerle çıkmışım. Hemen eve geri döndüm. Bu arada telefonumu ve cüzdanımı da yanıma almadığımı fark ettim; anahtarı çekip çıkmışım. Ayağıma bir spor ayakkabı geçirdim aceleyle ve yollara vurdum kendimi... Kulağımda şu şarkı çınlayıp durdu;

“Sokaklar geçiyorum sızım hüznüm gölgem benim
Caddeler aşıyorum gözyaşlarım en sessizliğim
Asılsız çarelerle yürüyorum işte böyle
Zamanı geriye çeviririm diye
Acılar yaşıyorum kavuşmak bedeliyle
Bekliyor biliyorum az ötemde sessizce
Adımlarım yaklaştı görüyorum orda işte
Kayboluverdi yine sokaklar arasında
Elbet bir gün yollar çaresizce tükenip son bulacak
Zaman işte yeniden başlamış olacak
İnanırım kalbim onunla sonsuza dek yaşayacak
Kaybolup gidecek maziyle birlikte”

Temiz havaya ihtiyacım vardı. Saatlerce yürüdüm ve sonunda kendimi Asmalımescit’teki Yakup II restoranın önünde buldum. Restoranın bir kat yukarda, arka bahçesindeki ilk boş masaya oturup rakı ve bir parça beyaz peynir söyledim. Gözlerimin önünden film şeridi gibi Ayhan’la olduğumuz süre boyunca paylaştığımız anlar geçiyordu… Onunla antika pazarında yıllar sonra karşılaştığımız ilk an… Gözlerimizin birbirine kilitlenmesi… Eve geldiğindeki şaşkınlığı… İlk öpüşmemiz… Saçlarıma dokunuşu… Ağlaşmalarımız… Yaptığı en küçük bir şeyi bile sevgi ve aşkla yapması… Ben daha önce hayatımda hiç peynir tabağını aşkla hazırlayan bir adam görmemiştim. Çok pozitif bir adam değildi; ama etrafa yaydığı enerji karşısındakinin kendini muhteşem hissetmesine neden olurdu. Bakışlarındaki anlam… Bir sokak kedisini bile gözleri ve bakışlarıyla kucaklayabilirdi. Yakışıklı adamdı. Yolda yürürken yanından geçenler kadın erkek demeden, bir daha dönüp bakarlardı. Kendini de beğenirdi. Yeşilçam’ın taçsız kralı olarak anılırdı; ama bu onu hiçbir zaman şımartmazdı, her zaman mütevazı tavırlarıyla dikkat çekerdi. Göz önünde olduğu için fiziğine hep dikkat ederdi. Her sabah erkenden kalkar, sahile inip sporunu yapar; fırından yeni çıkmış bir sıcak ekmek alır ve öyle dönerdi eve… Böyle bir adamdı işte Ayhan…

Aklımda bu düşünceler varken, nasıl sesli bir iç çekmiş olmalıyım ki yan masadaki adam bir anda kafasını bana doğru çevirip uzunca bir bakış attı. Etraftaki insanların varlığını o an fark edebildim. Sanki anların hapsinde, geçmişe kısa bir yolculuk yapmıştım. Keşke tek yön bir yolculuk olsaydı bu… Yan masadan bana dik dik bakan adamın masamın yanında dikildiğini ancak omzuma dokunduğunda fark edebildim. Yıllardır görüşmediğim çocukluk arkadaşım tam karşımda dolu gözlerle bana bakıyordu… Ve yine bir zaman yolculuğu… 

- Deminden beri sana sesleniyorum. Hiç duymadın beni. İyi misin?
- Kendimde değilim bu aralar, fark etmedim. Çok özlemişim seni.
- Ben de…

Sonra sımsıkı sarıldık birbirimize. Karşımdaki sandalyeye oturup “Bu meret yalnız başına çekilmez, bir kadehlik eşlik edeyim sana” dedi. Bazı insanlar vardır hayatınızda, uzunca bir süre görüşmeseniz de kaldığınız yerden devam edebilirsiniz ya da küs de olsanız bir zaman karşılaştığınızda hiçbir şey olmamış gibi devam edersiniz ve birbirinizden ayrı geçirdiğiniz zamana inat birbirinize omuz olursunuz.

- Neyin var?
- Ayhan…
- Ayhan geri mi geldi?
- Evet…
- Ve?
- Ve ne?
- Şimdi nerde?
- Yok.
- Ne demek yok?
- Gitti.
- Nereye?
- Acı çekmesini istemedim. Gitmesine izin verdim.
- Madem izin verdin, nedir bu halin?
- Ayhan’ın gidişine hazır değildim.
- Her gidiş zamansız bir gidiştir. Hem gitmesine sen izin vermişsin. Acı çekmesini istememişsin.
- Ben izin verdim ama bu gidişine hazır olduğum anlamına gelmez.
- Yapma. Kendini harap edecek bir şey yok. Ayhan bu işte, hepimiz biliyoruz. O özgür ruhlu bir adam. Bir yere bağlanamaz. Sana bin kere söyledim.
- Hatta yıllardır sadece bunun yüzünden benimle konuşmuyorsun. Kızdın bana.
- Evet, kızdım! Hem de çok kızdım.
- Aramasın beni demişsin?
- Evet dedim.
- Aramak istedim; sesini duymaya ihtiyacım vardı… Mesaj atmak istedim. Ama yapamadım. Tersinin ters olduğunu biliyorum. Seni kaybetmek pahasına adım atmadım. Bir gün yollarımızın kesişeceğini biliyordum. Ama o günün bugün olacağını tahmin edemezdim. Tam da o gitmişken…
- En çok ihtiyacın olduğu anda… Yani en doğru zamanda olmuş aslında.
- Ölmek istiyorum. Yer yarılsın ve ben o yarıktan düşüp tamamen kaybolayım istiyorum.
- Gittiğin yerin buradan daha iyi olacağını nereden biliyorsun peki?
- Bilmiyorum. Şu anki tek isteğim bir daha geri gelmemecesine gitmek, kaybolmak, yok olmak. Ne dersen de işte...
- Sen içkiyi fazla mı kaçırdın? Söylediklerini bilinçli mi söylüyorsun anlamak istiyorum.
- Aklımı evden çıkarken rakı şişesinin içinde bıraktım.
- Aferin! Çok iyi yapmışsın…

Tuvalete gitmek için yerimden kalktığımda yalpaladım. Tam istediğim kıvamdaydım. Yaşasın! Sarhoş oluyordum. Tuvalet aynasında yüzüme baktım ve “Aman Tanrım! GAPS olmuşum!” Korkmayın! Bu bir hastalık ya da kötü bir şey değil. Bu en yakın kız arkadaşımla aramızda bulduğumuz; rimellerin ağlamaktan gözaltlarına yayıldığında pandaya benzeme durumunu vurgulayan bir tabir: Göz Altı Panda Sendromu, yani GAPS. Kafamdaki tüm düşünceleri yüzüme çarptığım soğuk su ile defettim. Kendime çeki düzen verip arkadaşımın yanına geri döndüm. Kendi derdime o kadar dalmıştım ki, onun nasıl olduğunu sorma inceliğini göstermemiştim bile. Bu kadar bencil bir insandım ben işte. “Hadi kalk gidiyoruz!” dedi.

- Nereye?
- Seni evine bırakacağım. Bu halde yalnız bırakamam seni.
- Ne var halimde? Ben daha çok içmek istiyorum.
- Her zamanki gibi çok güzel ve zarifsin. Ama bu kadar moralin bozukken yalnız kalman doğru değil. Halinden kastettiğim ruh durumunun dengesizliği. Hem sen benim ne demek istediğimi anladın, neden alınganlık yapıyorsun ki?

Uslu bir çocuk olup eve gitmeyi kabul ettim. Nasıl olsa evde de içki içmeye devam edebilirdim. Hesabı istedim ama ben tuvaletteyken halletmiş bile. Merdivenlerden inerken “Biraz başım döndü” diyerek koluma girdi. Bu onun, fazla alkolden ben merdivenlerden düşmeyeyim diye ama inatçılığımdan koluma girmesine izin vermeyeceğimi de bildiği için uydurduğu bir destek şekliydi. Hep böyle ince ve düşünceliydi benim arkadaşım işte. Yakup’tan çıktık ve kendimizi gecenin o saatinde bile kalabalıklığından hiçbir şey kaybetmemiş İstiklal Caddesi’nin keşmekeşliğinde bir o yana bir bu yana savrulurken bulduk. Galatasaray Lisesi’nin önüne kadar açılmam için yürüttü beni ve oradan bir taksi tutup beni eve kadar bıraktı.

Birkaç hafta daha aynı şekilde yaşadım. Yaşamak değil de, hayatta kaldım daha doğru bir kelime seçimi olurdu sanırım. İçtim dağıttım, ağladım zırladım, beni güldürüp eğlendirmeye çalışan dostlarımın öğütlerini dinledim, hepsi bir kulağımdan girip bir kulağımdan çıktı tabii ki… Sonunda tam kendime geldim derken çok zayıfladığımı, yüzümün çöktüğünü ve vücudumun tüm fitliğinin kaybolduğunu fark ettim. Aslında kendime geleceğime kendime yabancılaşmış, kendimden uzaklaşmıştım. Bu kadar zaman boyunca neredeyse ağzıma faydalı bir lokma yiyecek sokmamıştım. Alkolden sürekli midem bulanıyordu; rengim kireç gibi bembeyazdı, gözlerimin feri sönmüştü ve hayat enerjim de beni onun gidişiyle birlikte terk etmişti… Aaaah kendime ne yapmıştım ben? Bu kadar mı vazgeçmiştim kendimden? Mide bulantılarım her geçen gün arttı ve tahammül sınırlarımın kapılarının zorlanmaya başladığı noktada bir doktora başvurmanın en doğru karar olduğunu fark ettim. Birkaç kan testi yaptılar ve sonuçlar için birkaç saat beklemem gerektiğini söylediler. O kadar vazgeçmiştim ki yaşamaktan, mide kanseri olduğum sonucu çıksa mutluluktan havalara uçabilirdim. Sonuçlar için doktorun odasına gittiğimde, doktorun yüzündeki tebessüm ve heyecanlı bakışları kafamı karıştırmıştı. Nasıl bir hastalığım vardı ki doktor bu kadar mutlu görünüyordu? Ağzından şu cümle dökülürken aynı anda karnım ve kasıklarıma derin bir ağrı saplandı:

- 6 haftalık hamilesiniz!


03.01.2016
İstanbul


29 Nisan 2015 Çarşamba

Hayalperestim / 21 GÜN

Kapının tıkırtısıyla koltukta doğrulduğumda sabaha karşı 06.00 sularıydı… Gözlerimi ovuşturdum ve dün gece yaşananlar düştü aklıma. Bir anda kalbim hızla atmaya başladı, elimi sol yanıma götürüp bu tatlı çarpıntıyı tüm hücrelerimde hissettim. O enerji saniyeler içinde parmak uçlarımdan tüm bedenime aktı ve heyecandan nefesim kesildi…

Hayal miydi? Gerçek miydi? Bir film sahnesi sanki dün bizim evde, bu salonda yaşanmıştı. Başrolde ben ve o… Yıllar sonra yeniden… Birlikte…

Aniden salon kapısından içeri uzanmış bana bakan bir çift gözle karşı karşıya kaldım ve işte bir kez daha o gözlerin hapsindeydim. Ayhan sonunda geri gelmişti. Sevinçten çığlık atmak, bağırmak, çağırmak, evin içinde bir sağa bir sola koşturmak, koltukların üzerinde zıplayıp atlamak, en sevdiğim şarkıyı haykırmak ve boynuna atlayıp ona kocaman sarılmak istedim. Saydığım tüm bu eylemlerin sadece en anlamlısını yani sonuncusunu yaptım. Hoş geldin bile demeden, anlık bir hamleyle ona doğru meyledip usulca kollarının arasında kendime yer açıp kokusunu içime çekerek boynuna küçük bir öpücük kondurdum. Sarılmak ne güzel bir his… Dopdolu, kucak kucak, tenlerin ve kalplerin birbiriyle teması, sevgi ve sıcaklığın karşılıklı akışı, dertlerin sanki eriyip o anda yok oluşu…

       -  Bu hava kaçmaz! Hadi Mini’yle gezelim dedi.

Mini köpeğimizin adı değildi elbette. Zaten bir köpeğimiz olsaydı da muhtemelen 35 sene içinde çoktaaan uzak diyarlara göçüp gitmiş olurdu. Mini bizim 1965 yılında aldığımız külüstür ama hala tıkır tıkır çalışan emektar arabamızdı.

Ayhan’ın gözlerinden uyku akıyordu ve muhtemelen dün gece içki almak için açık bir yer bulamayınca bir bara girip bütün gece demlenmişti. İçki içmeyi severdi… Ben de severdim…
Sehpada dünden kalan her şeyi öylece bıraktım. Yarım kalmış tabaklar, boş bardaklar, etrafa saçılmış kuruyemişler… Bir günlük her şeyin dağınık kalmasında bir sakınca yoktu. Hemen odama gidip hızlıca üstümdekileri değiştirdim. Kaybedecek zamanım yoktu. Bu zaman bir daha geri gelmezdi.

        -  Ben arabaya iniyorum dedi.

Beklemekle bir derdi yoktu. Bekleme anlarında daima kendine bir meşgale bulmasını bilirdi. Kendi de genelde geç kaldığı için bekletmelerime çok aldırış etmezdi.

Kapıdan çıkmadan holdeki aynada kendimi göz ucuyla süzdüm, bordo rujumu sürdüm ve işte hazırdım. Siyah rayban gözlüklerini takmış, radyonun sesini sonuna kadar açmış ve çalan şarkıya eşlik ederken buldum onu…

            Ne çıkar bahtımızda ayrılık varsa yarın
            Sanma ki hikâyesi şu titreyen dalların
            Düşen yaprakla biter,
            Böyle bir kara sevda kara toprakla biter…

Soluğu Bebek sahilde aldık. Arabayı park edip sahilde yürümeye başladık. Yorgunluğu her adımda biraz daha artıyordu, bunu her halinden hissedebiliyordum. Birbirini çok iyi tanıyan iki insanın sözcüklere ihtiyacı yoktur, konuşmadan da yüreklerinden geçenleri hissedebilirler.

Bir banka oturup denizi seyrettik, geçen gemileri, uçan kuşları, sahilde oynaşan kedileri… Denizin iyot kokusunu ciğerlerimize çekerken, o öksürmesine rağmen cebinden çıkardığı sigarasını şevkle yaktı ve ardı sıra derin derin nefesler çekti. Onun hırıltılı nefes alıp verişlerine, martıların çığlıkları eşlik ediyordu. Bu senfoni hiç bitmesin istedim. Zaman dursun ve biz o zamanın içinde donup kalalım, kaybolalım istedim. Sessizliğimizi o bozdu.

         -   Kurt gibi acıktım. Hadi kahvaltı yapalım.

Bebek kahveye gidip kendimize mükellef bir kahvaltı sipariş ettik. Masada yok yoktu. Türlü çeşit peynirler, reçeller, bal kaymak, sucuklu yumurta, menemen, kızarmış ekmek, simit… “Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı” demiş Cemal Süreya. Ne de güzel, ne de doğru söylemiş. Kahvaltı sonrası sade Türk kahvelerimizi höpürdete höpürdete içip çöken rehavetle birlikte evin yolunu tuttuk.

Eve girer girmez kendini yatağa atıp beni kolumdan tutup yanına çekti ve kafasını göğsüme gömüp öylece uyuyakaldı. Saçlarını okşadım uzun uzun. Yüzünü seyrettim. Sakin ve sessiz…

Ve günler birbirini kovaladı… Hepsi birbirinden özel, hepsi birbirinden güzel ve anlamlı… Ama ters giden bir şeyler olduğunu sezmemek imkânsızdı… Ayhan’ın aklı çok karışık görünüyordu, bakışları bulanıktı, sözcükleri anlamsız… Korkmuyordu, Ayhan hiçbir şeyden korkmazdı. Hayata meydan okur, zorluklara göğüs gerer ve bir kahraman edasıyla başıma açtığım türlü dertlerden beni kurtarırdı. Ama sonra her şeyin sebebini anladım…

O zamansız çıkagelmiş bir kuştu. Yolunu kaybetmiş… Ben kollarımı ona doğru açtım, o da geldi ve o boşluğa kondu. Orada tam 21 gün aynı sıcaklıkla kaldı. Ne bir gün eksik, ne bir gün fazla… Tam 21 gün… Zihnin bir şeyi kendi gerçekliği olarak kabul etmesi ve alışkanlık haline getirmesi için geçerli olan süre tam 21 günmüş… Alıştım… O buradaydı, yanımdaydı, yanı başımdaydı… Ama aslında ruhu çoktan başka diyarlara gitmişti… Onun daha fazla acı çekmesini istemedim. Salonun penceresini ardına kadar açtım ve pencereden süzülüp uçup gitmesine izin verdim… 



8 Haziran 2014 Pazar

Hayalperestim / Rakı Bitmiş

Bugün antika pazarında Ayhan’la karşılaştık. Yalnızdı. Onu orada bırakmaya gönlüm razı olmadı. Aldım, eve getirdim... 

Yorgun ve uykusuz görünüyordu, fakat yakışıklılık ve beyefendiliğinden zerre kaybetmemişti. Eve girerken eski alışkanlık, kapının önünde ayakkabılarını çıkarmak istedi. Durdurdum.

- Sen gideli 35 sene oldu. Bu
arada çok şey değişti. Çıkarma.

Ayakkabılarını yarım saat paspasta sildikten sonra utana sıkıla girdi içeri. Alelacele mutfağa girip atıştırmalık bir şeyler hazırlama çabalarındayken ben, o girişteki aynaya gözlerini dikmiş kendini seyrediyordu. 

Rakın hazır! diye seslendim mutfaktan. Ağır ama kendinden emin adımlarla geldi ve kadehini aldı. Gözlerini gözlerime dikti ve bir yudum bile almadan, kadehini bana doğru uzattı. Göz temasımızı bir an kaçırıp tezgahta duran kadehime uzandım ve sonra gözlerimiz yeniden buluştu.

-
Şerefine!
- Şerefine!
- Hayır, senin şerefine!

Benim şerefime içiyorduk. İlk yudumu aldım ve kadehimi tezgaha bırakacakken bakışlarının hala üzerimde olduğunu hissettim. Bakışları sıcacıktı. O bakışlarını üzerimden çekene kadar hiç kımıldamadım. Kımıldayamadım. O sadece bir bakış değildi, çok daha fazlasıydı... Sarılmaktı, sarmalanmaktı, başımı göğsüne bastırmaktı, saçlarımın okşanmasıydı, göğsüne akan yaşlarımı silmeye çalışmasıydı, yaralarımı sarmaktı ve tüm sevgisinin içime aktığını hissetmekti...

Bir an kendimi “Sen salona geç, ben de birazdan geliyorum” derken buldum. Güzel anları mahvetmekte üstüme yoktur. O salona geçerken, ben mikrodalga fırının camından yansıyan yüzüme baktım. Gözümden akan tek damla yaşı elimin tersiyle sildim, derin bir nefes aldım ve tezgahta duran üstünkörü hazırlanmış birkaç atıştırmalık tabağı alarak yanına gittim.

O rakısını sehpaya bırakmış, elindeki plağı pikaba yerleştiriyordu. Böyle bir akşam müziksiz düşünülemez dedi ve salonu bir anda Belkıs Özener’in muhteşem sesi doldurdu...

 “Sevemedim kara gözlüm, seni doyunca
  Hep kıskandım seni elden, yıllar boyunca...

- Seversin. Bilirim.
- Severim...

Elimdekileri sehpaya bıraktım ve koltuğun ucuna iliştim. Yanıma oturdu ve yine gözlerini gözlerime dikti. Özlemişti. Özlemiştim... Bu sessizliği yine saçmalayarak bozdum.

-
Seni böyle ağırlamak istemezdim.
- Ne önemi var?
- Ben bu anı 35 sene bekledim.
- Ve?
- Daha güzel bir masa hazırlamak isterdim.
- Yemek yapmayı sevmediğini çok iyi biliyorum.
- ...........................................................................
- Sana dair her şeyi biliyorum. Hatırlıyorum.
- Her şeyi mi?
- Evet. Her şeyi.
- Kalbim acıyor...
Derken gözlerimden yaşlar dökülmeye başladı. Tutamadım. Durduramadım kendimi. Küçük bir kız çocuğu gibi, omuzlarım yüksele alçala, hıçkıra hıçkıra Ayhan’ın karşısında ağlıyordum. Beni kolumdan tutup kendine çekti ve sımsıkı sarıldı. Saatlerce öylece kalakaldık. Ben sustum, o anladı... Sessizliğimden her şeyi anlayan tek insandı.

-
Ben yanındayım. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.

Saçlarımı okşuyordu. O an hiç bitmesin istedim. Bir an doğruldum, gözlerinin içine baktım ve ellerini sımsıkı tuttum. “Gitme!” dedim.

- Sen isteyene
kadar buradayım. Her zaman... Sonsuza kadar... Bize içelim. Sadece bize.

Rakılarımızdan koca koca yudumlar aldık. Bir daha... Bir daha... Bir daha... Kadehler birbirini kovaladı. Sustuk, ağladık, konuştuk, ağladık, güldük, ağladık, bakıştık, ağladık, sustuk, ağladık... Geçen 35 seneyi bir geceye sığdırmaya çalıştık...

Yorgun düştük. Başımı dizlerinin üstüne bırakıp koltuğa uzandım. Şefkatle, yeniden saçlarımı okşamaya başladı. Sayıklıyordum...

-
Sensizlik çok zordu. Yeterince güçlüyüm sandım, sensiz de yaparım sandım ama yapamadım. Yerini başkalarıyla doldurmaya çalıştım, olmadı. Sadece mutlu sonla biten filmler izledim, sensiz de mutlu olacağıma kendimi inandırmaya çalışarak kendimi kandırdım ama yine olmadı. Sen varken, seni sevmiyorum düşüncesiyle kendimi aldatırken ben; sen yokken ne kadar aptallık ettiğimi anladım...

Dalmışım. Uyandığımda pikaptan yine aynı şarkı yükseliyordu.

“Herkes bana deli diye gülüp geçiyor
  Senin aşkın beni kara gözlüm, deli ediyor

Yattığım yerden doğruldum. O yoktu. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Yine gitmişti. Beni terk etmişti... Aklımdan tüm bunlar geçerken, gözüm sehpada duran rakı kadehimin altına iliştirilmiş nota takıldı. Hemen kağıda uzandım.

Rakı bitmiş... Birazdan dönerim.” 
                                              A. I.

Saat 22.00’dan sonra içki satışının yasaklandığını bilmiyordu...



08.06.2014
İSTANBUL

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Hayalperestim / G


Issız bir sokakta açıyorum gözlerimi. Üzerimde kurumaya yüz tutmuş kıyafetlerim… Başım, sırtım, kollarım, bacaklarım, dizlerim… kısacası her yerim ağrıyor. Yavaşça yerimden doğrulup yanımdaki duvara tutunarak ayağa kalkıyorum. Kafamı kaldırıp gökyüzüne bakıyorum. Hava kararmaya başlamış. Ne kadar zamandır bu sokaktayım? Bilmiyorum.

Küçük adımlarla hareket etmeye çalışırken, yürümüyor adeta kendimi sürüyorum. Hafif bir rüzgar esiyor ama hissettiğim, iliklerime kadar işleyen koca bir fırtına. Yürüdüğüm bu sokak hiç tanıdık gelmiyor bana. Hangi ülke, hangi şehir, hangi kasabadayım bilmiyorum. Bir önemi var mı onu da bilmiyorum.

Gözümde canlanan en son kare şiddetli yağmurda sığındığım, terkedilmiş bir evin avlusu. Başka bir şey hatırlamıyorum. Öncesi yok.

İçimde garip bir his var. Huzursuzum. Hiçbir şey hatırlayamıyorum. Sanki başımın ağrısı geçse, hafızamın üstüne çöken sis perdesi aralanacak ve her şeyi hatırlayacakmışım gibi hissediyorum. Şanslıyım, en azından bir şey hissedebiliyorum. Devam edebilirim o zaman yoluma. Yolum? Hangi yol? Bilmiyorum.

Huzursuzluk nefes alıp verişlerimi hızlandırıyor ya da her attığım adımda sarf ettiğim çabayla artan nefes alıp verişlerim beni huzursuz ediyor. Bunu tam olarak ayırt edemiyorum. Kalp atışlarım hızlanıyor, düşüyorum. Bayılmışım...

Gözlerimi yeniden açtığımda terk edilmiş evin avlusundayım. Yağmur o kadar şiddetli yağıyordu ki, kendimi buraya zar zor attığımı hatırlıyorum. Etrafıma bakıyorum. Arkamda kocaman bir E harfi var. Bu ne yahu? Benim belki iki katı büyüklüğümdeki bu simsiyah E harfi de ne arıyor burada? Avluyu kolaçan ediyorum başka nasıl bir gariplikle karşılaşacağımı bilmeden. Bir köşede durmuş, adeta beni gözetleyen bir K harfi var. E ile neredeyse aynı büyüklükteki bu K, incecik bir fidanın arkasına saklanmış, beni gizlice izlediğini sanıyor. HA HA! Yemezler...

 -  Hey K! Nesin sen? Ya da kimsin mi demeliyim?

Bu ne yahu? Bir tür şaka mı? Koca koca harfler ve kırık dökük eşyalarla depoyu andıran bu avluda harflerle konuşuyorum resmen. Kafayı yemem an meselesi.

Yıllardır kullanılmadığı gün gibi aşikar, yediği yağmur sularıyla pas tutmuş bir de bahçe masası var bu avluda, ki en mantıklı şey şu an o bahçe masası benim için. Masanın altında küçücük bir g harfi var. Hafifçe kımıldadığı için fark edebiliyorum onu. Sinmiş masanın altına ama saklanmıyor... Onun da yağmurdan korunmak için burayı seçmiş bir hali var.

Sanki bir tür kare bulmacanın içindeyim ve harfleri bir araya getirip bir şifre çözmem gerekiyor. Öyle mi acaba? Bu kadar karışık mı aslında her şey? Ya da ben mi karmaşıklaştırıyorum? E, K ve G... EKG, EGK, KEG, KGE, GEK, GKE... Amaaan! Birleşince bir anlam çıkmıyor ki bunlardan. Neyse ne... Girdiğim gibi çıkarım ben bu avludan. İyi de bu avlunun girişi neredeki diye düşünürken arkamdan bir hışırtı sesi duyuyorum. Bu da nesi? Bir harf daha.

  - H! Gördüm seni. Kaçamazsın benden.

Bu harfler benim için hiçbir şey ifade etmiyor. Birleşmiyorlar. Birleşince bir anlama gelmiyorlar. Sadece kafamdaki soru işaretlerine bir yenisini daha eklemekten başka bir işe yaramıyorlar. Avlunun içinde bir o yana, bir bu yana koşmaya başlıyorum. Bu harflerle ilgili algılayabildiğim tek şey; ben hareket ettikçe onların da benimle birlikte hareket ettikleri. Hepsi bu...

Bir amacım var, buradan çıkıp gitmek. Bulmam gereken şey, bir çıkış kapısı. Paslı masanın yanına oturuyorum. Şu an hem koşup hem de düşünebilecek durumda değilim. Kafamın içinde Ya kapıyı bulamazsam? Kapıyı buldum diyelim ya açamazsam? Ya o kapının kilidi kırılmışsa? Ya buradan hiç çıkamazsam?” gibi sorular yankılanıyor. Her saniye sorulara bir yenisi eklenirken, avluya saklanmış diğer büyük harfler de gün yüzüne çıkıyorlar. Kendi kendime sorduğum sorular beni tedirgin ettikçe, harfler üstüme üstüme geliyor. Nefes alamıyorum. Masanın altına girip gözlerimi sıkıca kapıyorum ve bu anın bir çırpıda geçmesini diliyor ve bekliyorum. Gözlerimi açtığımda değişen bir şeyin olmadığını görüyorum. Gözlerimi yeniden sıkıca yumup olduğum yerde çaresizce ileri geri sallanıyorum. Harfler üstüme geliyor, kapana kısıldım. Kafamın içindeki sorular avaz avaz bağırıyorlar. Kımıldayamıyorum. Her şey kontrolüm dışında gelişiyor. İçinden çıkılmaz bir haldeyim. İmdaaaaaaaaat!!!!!!!!!!

 - Buradayım ben, merak etme. 
 - Sen de kimsin? g? 
 -  Evet, benim. 
 -  İyi de sen kimsin? 
 - Korku, Endişe ve geçmişte yaşadığın Hayal kırıklıklarını bir kenara bırakmazsan buradan asla çıkamazsın. Benim kim olduğumu da ancak o zaman anlayacaksın.

Kendimden emin bir şekilde masanın altından çıkıyorum. Harfler bir anda şaşırıyorlar bu hareketime. Önce onları itiyorum bir kenara. Gitmek istemiyorlar ama artık eski baskılarını da hissetmiyorum üzerimde. Madem gitmiyorlar, ben de onları yanıma alıp yürümeye başlıyorum. O an bir ışık huzmesi avluyu aydınlatıyor ve ışığa doğru birlikte yürüyoruz. Peki g nerede?

.... Ayıldığımda ben kimim, neden bu ıssız sokaktayım, buraya nasıl geldim... her şeyi hatırlıyorum. Yığıldığım yerden doğruluyorum. Gün ağarmaya başlamış. Ellerim cebimde yürüyorum nereye gideceğimi bilerek ve önümde ne kadar uzun bir yol olduğunu hissederek. Sağ cebimde küçük bir kağıt var. O kağıdı hiç açmıyorum ama içinde ne yazıyor biliyorum... ‘Güven’