11 Nisan 2012 Çarşamba

Peki ya adam?

Yağmurlu bir öğleden sonra... Buluşmak için sözleşmişlerdi adam ve kadın bir kafede. Adam buluşacakları saatten yarım saat önce gelmiş ve kadına söyleyeceklerinin provasını yapmıştı içinden tekrar tekrar. Bu sefer dikkatli olmalıydı adam. Karşısına gelecek kadın kırgındı, üzgündü, kırılmıştı. Bu yüzden kullanacağı her bir sözcüğü özenle seçmeliydi adam. Onu daha fazla yaralamamalıydı.

Heyecan içinde kadının gelmesini beklerken, kendini şanslı hissetti. Şanslıydı çünkü kadın onun görüşme teklifini kabul etmişti, hem de bunca yaşanandan sonra. Bu da bir adım sayılmaz mıydı? Demek ki ilişkilerine bir şans daha verme ihtimali vardı kadının. Yoksa neden gelecekti ki? Seviyorsa, istiyorsa yeniden gelirdi. Sevmiyorsa, istemiyorsa gelmezdi. İşte bu kadar basitti denklem. Gerçekten öyle miydi?

Ve kapı açıldı. Kadın içeri girdi. Upuzun dalgalı saçlarını omuzlarına bırakmıştı, aynı adamın sevdiği gibi. Attığı her adımda kadının uçuşan saçlarını izledi adam. Kadının kapıdan içeri girip masaya kadar yürüyüşü bir asır gibi geldi adama. Sanki o kısacık yol bitmek bilmedi. Kadın masaya geldiğinde, adam ayağa kalkıp kadını öpmek için bir adım attı. Kadın paylaşmadı yanaklarını onunla, kafasını önüne eğip adamın karşısındaki boş iskemleye oturdu. Adam çok kızdı içinden kadının bu tavrına, ama sakin olmalıydı, onu anlamaya çalışmalı ve öfkesini kontrol etmeliydi.

Kadın bir kahve söyledi kendine, bir yudum bile tadına bakmayıp içine şeker atmadığı halde oturduğu süre boyunca karıştıracağı. Adam konuşmaya başladı;

"Bak canım... Çok hata yaptım, seni çok üzdüm, kırdım, biliyorum. Bunun için senden binlerce defa özür dilerim. Öfkeyle kalktım, zararla oturdum. Çok pişmanım. Keşke elimde sihirli bir değnek olsa ve zamanı geri döndürebilsem! Ve o anları hiç yaşanmamış kılabilsem, ah keşke! Ne yapacağımı bilemiyorum. Seni seviyorum. Sen de beni sevmiyor musun? Sevmediğini söyleyebilir misin? Seviyorsun biliyorum..."

Adam durmadan konuşmaya devam etti, aynı zamanda gözlerini kadına dikmiş kadından bir cevap bekliyordu. O kadın öğretmişti adama bu kadar açık ve net hissettiklerini paylaşmayı. Adam bu kadar değişebildiği için gurur duydu kendiyle. Ama onu hissetiklerini paylaşmaya ikna eden bu kadın, neden paylaşmıyordu onunla hissettiklerini?  Neden susuyordu? Neden gözlerinin içine bakmıyordu? Neden kafasını o lanet kahve fincanından kaldırmıyordu?

"Kaldır kafanı. Hadi canım, kaldır kafanı. Gözlerime bak. Hadi kaldır kafanı! KALDIRSANA KAFANI!" Artık adamın sesi yükselmişti. Heyecanının ve mutluluğunun yerini öfke ve mutsuzluk almıştı. Garson o an masaya yaklaştı ve herşeyin yolunda olup olmadığını sordu, müşteriler rahatsız oluyorlardı. Adam garsona ve bağrışmalarından rahatsız olan müşterilere "sorun yok" anlamında bir işaret yaptı ve garson masadan ayrıldı.

İşte yine öfkesine yenilmişti adam, aynen geçmişte kadını kırdığı ve bu duruma düşmelerine sebep olan anlarda olduğu gibi.

"Özür dilerim. Yine yaptım, biliyorum. Çok özür dilerim. Hakim olamadım kendime..." diye devam etti adam sözlerine. Artık kendi söylediklerini de duymuyordu, öfkeyle karışmış pişmanlıkla. Sanki ruhu bedeninden ayrılmış ve herşeyi uzaktan izliyordu. İlk sessizlik anında, kadın kahve fincanından kafasını kaldırdı ve adamın gözlerinin içine baktı. "Tüm sözcükler tükendiğinde, insan insanı anlamaya başlar." (Stanislaw Jerzy Lec) Adam o an, herşeyin bir daha başlamamacasına bittiğini anladı. Bedeninden ayrılan ruhu, o bakış esnasında sıkıca sarıldı kadına son bir defa ve küçük bir öpücük kondurdu kadının yanağına. Son defa...

Kadın ayağa kalktı, çantasını aldı, hızlıca kapıya doğru yürüyüp çıkıp gitti. Gitmişti... Adam içinden 'GİTME' diye haykırdı kadına. O an kadını tamamen kaybettiğini anladı. Bedenine geri dönen ruhu acı vermeye başladı ona. Duyguları allak bullak olmuştu. Bir an gözlerinden yaşlar boşandı, ama kadın bunu hiç göremedi. Çünkü artık herşey için çok geçti. Kadın gitmiş ve adam bitmişti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder