14 Eylül 2016 Çarşamba

Hayalperestim / Diş Macunu

Doktor “6 haftalık hamilesiniz!” dedikten sonra bayılmışım…

“Hayal ile gerçek arasında bir yerdeyim. Ayhan yanımda. Evdeyiz. Birlikteyiz…  Akşam saatleri… Radyodan Bülent Ortaçgil’in rahatlatıcı kadife sesi yükseliyor…

Bu sabah yalnız uyandım
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Tanıdık kokular yok
Sensiz olmaz
Kahvaltım anlamsızdı
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
İlk sigaram bile tatsızdı
Sensiz olmaz
Anlaşılan alışmışım
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Bir verdiysem iki almışım 

Sensiz olmaz
Aşk bir dengesizlik işi
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Dengeye dönüşen bir sevgi
Sensiz olmaz

Yine kendi kendime sormadan duramadım
Niye seni böyle istiyorum diye bulamadım

Yalnızlık zor, sokaklar çıkmaz
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Hep tekdüze, herşey dümdüz
Sensiz olmaz
Anlamak çözmeye yetmez
Sensiz olmaz, sensiz olmaz
Biraz telaşlı, huzursuz
Sensiz olmaz
...

Mutfak masasının ucuna yaslanmış bana gün içinde neler yaptığını anlatıyor. Ben pürdikkat onu dinleyip yiyecek bir şeyler hazırlıyorum. Kendime bir kadeh şarap koymuşum, hem şarabımı yudumluyorum, hem de salatanın domateslerini doğruyorum.

           -          Sen de bir kadeh içer misin bi’tanem?
           -          Hiç sormayacaksın sandım.

Ben ona bir kadeh şarap koyarken gelip belime sarılıyor ve boynumdan öpmeye başlıyor.

           -           Yapma! Dökeceğim şarabı...
           -           Olsun, dök...

Öpüşleri hızlanıyor. Bir anda beni kendine çeviriyor. Yüz yüze, göz gözeyiz… Nefes alıp verişlerini yüzümde hissediyorum, tüm vücudum sarsılıyor. Sanki derin bir nefes alsam, tüm bedeniyle, ruhuyla içime girecekmiş gibi… Elini yüzümde gezdiriyor, alnımda, dudaklarımda, ensemde… Boynumu istemsizce yana doğru büküyorum… Kalbim yerinden fırlıyor, mutfağın tavanında bir köşeye ilişip yukardan bizi izliyor. Ayhan’ın eli bluzumun içine doğru usulca sızıyor… İrkiliyorum… Direnmiyorum… Beni koltukaltlarımdan kavrayıp tezgaha oturtuyor, bacaklarımı beline doluyorum. Gözlerimi kapayıp ona teslim olmak istiyorum, ama tam tersi gözlerimi kocaman açıp onun gözlerinin derinliğine hapsediyorum… Ben hayatımda bu kadar güzel bakan bir adam görmedim. Her türlü imkansızlığa rağmen… Kimbilir bu cümlelerimle aklınıza neler geliyor? Gelmesin, tutun kendinizi… Önyargısız, en ilkel, en saf halinizle, duygularınızla dinleyin beni. Yargılamayın. Eleştirmeyin. Utanmayın… Bir sevişmeyi en saf haliyle dinleyin… Korkmayın…

Ellerimi saçlarında gezdiriyorum… Dudaklarımız birleşiyor, bir nehrin denize kavuşması misali… Usul usul öpüyor beni… Sanki öpmüyor da, sadece dudaklarını dudaklarıma değdiriyor… Sakin… Her anı, her saniyeyi sonuna kadar hissedip hafızasına/hafızama kazımak istercesine… Sanki son gibi, sanki ilk kez gibi…

Ellerini sırtımda gezdiriyor, haritasını çıkarırcasına… Beni benden daha iyi biliyor, beni benden daha iyi tanıyor bu adam… Korkutucu aslında… Ondan hiçbir şey gizleyip saklayamıyorum ben. Her şey olduğu gibi, apaçık… Gizlemek ister miydim? Hayır… Hayatımda ilk kez birinin yanında benim, olduğum gibi en korunmasız halimle, en oyunsuz, en temiz, en açık, en ben halimle… Onun yanında kendimi daha çok seviyorum, kendimi onun gözleriyle görüp daha çok beğeniyorum, daha çok kadın oluyorum, daha çok çocuk, daha çok insan…

Beni kendine çekiyor… Gömleğinin düğmelerini birer ikişer açıp pürüzlü teninde ellerimle bedenini bir kez daha keşfediyorum. Bu yolculuk hayatımın yolculuğu… Ben onun bedeninde kendimi buluyorum… Kollarımı kaldırıp üstümdeki t-shirt'ü çıkarıyor… Öpüşlerimiz hızlanıyor… Hızlanıyor… Tenlerimiz birbirine değiyor… Sanki değmiyor da, delip geçiyoruz birbirimizi…

Tek vücut olmuş iki ruhuz biz, hem birbirinin tıpatıp aynı, hem de birbiriyle tamamen zıt… O ben olmuş, ben o… Kendi özelliklerimi onda, onun özelliklerini kendimde bulup şaşırıyorum… Ben onu tanıyana kadar kendimi dünyanın en kıskanç insanı olarak adlandırırdım. O ise kıskanç olmamasıyla övünür ama ya kendini tanımaz ya da zaman içinde bana benzediğini inkar etmeye çalışırdı. Çünkü hayatımda tanıdığım en kıskanç insandı. Biz birbirimize yansıyıp hem kendimizi tanıyıp seviyorduk birbirimizde, hem de birbirimizi seviyorduk…

Düdüklü tencerenin sesiyle irkildiğimizde ben mutfaktaki halının üzerinde, o da benim üzerimdeydi… Yarı çıplak…

Üstümüzü toparladık. Sofrayı hazırlamaya koyuldum, ona da bu arada oyalanması için sabah takmak isteyip dolandığı için takamadığım kolyemi açması için verdim. Zorlu şeylere bayılırdı. Zor olduğu için mi seviyordu acaba bizi? İmkansız olduğu için mi? Kimbilir…

Tabağımızdaki yemekler bitmek üzereyken saçma bir konu için kavgaya tutuştuk. Kavga uzadıkça uzadı. Kelimeleriyle kalbime hançeri birer ikişer vurdu. Söz konusu o olunca susuyorum ben, konuşamıyorum, kelimelerim anlamını yitiriyor, konuşamıyorum… Kavgayı da uzatmak niyetinde değildim ama susmak da tepkinin ya da kavgaya ortak olmanın başka bir halidir. Ben sustum, o sinirlendi. Ben sustum, o kükredi… Konuş dedi, susma… Ne fark ederdi ki konuşmam, konuyu uzatmaktan başka… Sustum, kırıldım, incindim…

Tabaklar, çatallar, bıçaklar havada uçuşmadı elbette… Ama uçuşsa da, ben o bakışları görmeseydim dedim içimden… Bazen bir bakış, tüm sözcüklerden daha etkili olabiliyor… Sonra konuyu değiştirdi:

                      -        Kolyenin düğümünü açtım.

Benim içim düğümlenmiş, sen ne kolyesinden bahsediyorsun demek geçiyor içimden ama susuyorum.


                      -        Teşekkür ederim. Sen yukarı çık, ben mutfağı halleder gelirim.

İçime akıttığım gözyaşlarıyla mutfağı üstünkörü elden geçiriyorum. Bu süreçte o uyumuştur diye mutfağın ışığını kapatıp parmak uçlarımda yukarı çıkıyorum. Odanın ışığı yanıyor… Daha fazla kavga etmeye takatim yok. Uyudu mu acaba? Böyle bir akşamı mahvettiği için kızgınım ona… Ama ağzımı açıp tek bir söz söylemeye mecalim yok… Makyajımı silmek ve yatmadan önce son hazırlıklarımı yapmak için banyoya giriyorum. Yüzüme tam su çarparken diş fırçamı lavabonun kenarında görüyorum, üzerinde bir çimdik diş macunu ile… Elimde diş fırçası, banyonun soğuk taşları üstüne kendimi bırakıp saatlerce hüngür şakır ağlıyorum… Bu kadar düşünceli bir adam… Neden? Neden??”

Ayıldığımda doktor karşımda, elleri ellerimde… Yüzündeki o şapşal tebessüm ile gözlerini bana dikmiş… Hızlıca söze giriyorum…

                    -         Bebeği ne zaman aldırabilirim?


14.09.2016
İstanbul




3 Ocak 2016 Pazar

HAYALPERESTİM / MUCİZE

Ben pencereyi açtım ve Ayhan pencereden uçup gitti… Ve onun en sevdiği şarkıdaki gibi böyle bir kara sevda kara toprakla bitmedi… Gitmesine izin verdim. Açtım pencereyi uçtu ve gitti. Hepsi bu… Ne var ki bunda üzülecek? Her güzel şeyin bir sonu yok mudur? Bu da bir son işte… Hissediyorum bu gidiş son gidişti.

Açık pencerenin önünde öylece dışarı bakarak kalakaldım. Ne kadar bir süre bilmiyorum. Hiçbir şey düşünmeden, tüm duygularım ve hislerim bedenimden çekilmiş olarak… Pencereden içeri süzülen rüzgâr hafif hafif saçlarımın arasında gezinirken sonbaharın yerini yavaş yavaş kışa bıraktığını fark ettim. Soğuğun da etkisiyle bir anda yüzüme tokat gibi çarptı gerçekler. Kendime ancak o zaman gelebildim ve tamamen gittiğini, bittiğini işte o an idrak edebildim. Ve bu gidişin son olduğunu, hikâyemizin sonu… Bizim 21 günlük hikâyemiz…

İçime koca bir boşluk geldi oturdu. Doldurulamayacağına inandığım… Tam iki göğsümün arasından başlayıp kasıklarıma kadar… Boşluk kasıklarımda en derininden bir sancı yarattı. Zordu, hem de çok zor… Pencereyi öylece açık bırakıp pencerenin önündeki kanepeye kıvrıldım. Kasıklarımdaki sancıya sessizce akan gözyaşlarım eşlik etti. Son zamanlarda ne ağladım yahu? Mutluluktan ağladım, üzüntüden ağladım, kaybettiğim sevdiğimi bulduğum için ağladım, sonra da onu yeniden kaybettiğim için ve şu an kendi ellerimle onun gitmesine izin verdiğim için ağlıyordum… Yine zaman mefhumunu kaybettiğim bir an yaşıyordum. Kanepede doğrulup bu saçmalığa bir son verip daha da çok saçmalamam gerektiğine karar verdim, nasıl olsa saçmalamak ihtisas alanımdı.

Salondaki içki büfesinden Ayhan’dan kalan yarım şişe büyük rakıyı açıp bardak almak için mutfağa gittim. Buzdolabını açtım, tamtakır. Ayhan’ın rüzgârına öyle bir kapılmıştım ki, hayatımdaki her şeyi ikinci plana atmıştım; evi ihmal etmiş, işi boşlamış ve tüm sorumluluklarımı elimin tersiyle halı altına itelemiştim. Doldurduğum rakı kadehini alıp salona geri döndüm. Rakıya ancak gözyaşlarımı daha da coşturacak şarkılar yarenlik edebilirdi. Kadehimi masaya bıraktım, bilgisayarımdan bir şarkı açtım ve sandalyeye oturup boş duvara bakarak rakıdan ilk yudumumu aldım. Güzel sesiyle Birsen Tezer salonuma konuk oldu…

“Aşk bu değil
Yapma güzel
Sen insanı güldürürsün, sen
İnsanı güldürürsün

Sevişirken güzel güzel
Sen insanı öldürürsün, sen
İnsanı güldürürsün”

Öyle böyle saatler geçti işte… Hava karardı. Ben kadehleri birbiri ardına sıraladım ve sonunda şişenin dibini gördüm... Açık pencereden ev buzhaneye dönmüştü. Soğuğun ve onun gidişi ardından hissettiğim tuhaf boşluğun, hissizliğin, yalnızlığın etkisiyle midir nedir içki hiç dokunmuyordu. Tam da içip sarhoş olmak istediğim bir anda. Bu yokluğa alışmanın en kolay yolu; içmek ve unutmaktı... Adımı bile hatırlayamayacak kadar içmek... Kafayı henüz sıyırmadım, merak etmeyin... Acısını kendine daha da çok acı çektirerek hafifletebildiğini sananlardanım ben... Sanmalara aldananlardanım. Deli, çatlak, mazoşist... Ne derseniz deyin... Kendimi seviyorum, ama kendimi sevdiğim halde en çok da ona acı çektiriyorum. Akrep gibi, o da sonunda kendini sokuyor. Ne yapayım ben de böyle bir cinsim işte... Hepimizin farklı farklı arızaları var. Benim de bir tanesi bu…

Soğuk havaya aldırış etmeden üstümde dünden kalan bir jean pantolon bir t-shirt’le, portmantoda asılı trençkotumu alıp kendimi sokağa attım. Bir dakika... Aceleden terliklerle çıkmışım. Hemen eve geri döndüm. Bu arada telefonumu ve cüzdanımı da yanıma almadığımı fark ettim; anahtarı çekip çıkmışım. Ayağıma bir spor ayakkabı geçirdim aceleyle ve yollara vurdum kendimi... Kulağımda şu şarkı çınlayıp durdu;

“Sokaklar geçiyorum sızım hüznüm gölgem benim
Caddeler aşıyorum gözyaşlarım en sessizliğim
Asılsız çarelerle yürüyorum işte böyle
Zamanı geriye çeviririm diye
Acılar yaşıyorum kavuşmak bedeliyle
Bekliyor biliyorum az ötemde sessizce
Adımlarım yaklaştı görüyorum orda işte
Kayboluverdi yine sokaklar arasında
Elbet bir gün yollar çaresizce tükenip son bulacak
Zaman işte yeniden başlamış olacak
İnanırım kalbim onunla sonsuza dek yaşayacak
Kaybolup gidecek maziyle birlikte”

Temiz havaya ihtiyacım vardı. Saatlerce yürüdüm ve sonunda kendimi Asmalımescit’teki Yakup II restoranın önünde buldum. Restoranın bir kat yukarda, arka bahçesindeki ilk boş masaya oturup rakı ve bir parça beyaz peynir söyledim. Gözlerimin önünden film şeridi gibi Ayhan’la olduğumuz süre boyunca paylaştığımız anlar geçiyordu… Onunla antika pazarında yıllar sonra karşılaştığımız ilk an… Gözlerimizin birbirine kilitlenmesi… Eve geldiğindeki şaşkınlığı… İlk öpüşmemiz… Saçlarıma dokunuşu… Ağlaşmalarımız… Yaptığı en küçük bir şeyi bile sevgi ve aşkla yapması… Ben daha önce hayatımda hiç peynir tabağını aşkla hazırlayan bir adam görmemiştim. Çok pozitif bir adam değildi; ama etrafa yaydığı enerji karşısındakinin kendini muhteşem hissetmesine neden olurdu. Bakışlarındaki anlam… Bir sokak kedisini bile gözleri ve bakışlarıyla kucaklayabilirdi. Yakışıklı adamdı. Yolda yürürken yanından geçenler kadın erkek demeden, bir daha dönüp bakarlardı. Kendini de beğenirdi. Yeşilçam’ın taçsız kralı olarak anılırdı; ama bu onu hiçbir zaman şımartmazdı, her zaman mütevazı tavırlarıyla dikkat çekerdi. Göz önünde olduğu için fiziğine hep dikkat ederdi. Her sabah erkenden kalkar, sahile inip sporunu yapar; fırından yeni çıkmış bir sıcak ekmek alır ve öyle dönerdi eve… Böyle bir adamdı işte Ayhan…

Aklımda bu düşünceler varken, nasıl sesli bir iç çekmiş olmalıyım ki yan masadaki adam bir anda kafasını bana doğru çevirip uzunca bir bakış attı. Etraftaki insanların varlığını o an fark edebildim. Sanki anların hapsinde, geçmişe kısa bir yolculuk yapmıştım. Keşke tek yön bir yolculuk olsaydı bu… Yan masadan bana dik dik bakan adamın masamın yanında dikildiğini ancak omzuma dokunduğunda fark edebildim. Yıllardır görüşmediğim çocukluk arkadaşım tam karşımda dolu gözlerle bana bakıyordu… Ve yine bir zaman yolculuğu… 

- Deminden beri sana sesleniyorum. Hiç duymadın beni. İyi misin?
- Kendimde değilim bu aralar, fark etmedim. Çok özlemişim seni.
- Ben de…

Sonra sımsıkı sarıldık birbirimize. Karşımdaki sandalyeye oturup “Bu meret yalnız başına çekilmez, bir kadehlik eşlik edeyim sana” dedi. Bazı insanlar vardır hayatınızda, uzunca bir süre görüşmeseniz de kaldığınız yerden devam edebilirsiniz ya da küs de olsanız bir zaman karşılaştığınızda hiçbir şey olmamış gibi devam edersiniz ve birbirinizden ayrı geçirdiğiniz zamana inat birbirinize omuz olursunuz.

- Neyin var?
- Ayhan…
- Ayhan geri mi geldi?
- Evet…
- Ve?
- Ve ne?
- Şimdi nerde?
- Yok.
- Ne demek yok?
- Gitti.
- Nereye?
- Acı çekmesini istemedim. Gitmesine izin verdim.
- Madem izin verdin, nedir bu halin?
- Ayhan’ın gidişine hazır değildim.
- Her gidiş zamansız bir gidiştir. Hem gitmesine sen izin vermişsin. Acı çekmesini istememişsin.
- Ben izin verdim ama bu gidişine hazır olduğum anlamına gelmez.
- Yapma. Kendini harap edecek bir şey yok. Ayhan bu işte, hepimiz biliyoruz. O özgür ruhlu bir adam. Bir yere bağlanamaz. Sana bin kere söyledim.
- Hatta yıllardır sadece bunun yüzünden benimle konuşmuyorsun. Kızdın bana.
- Evet, kızdım! Hem de çok kızdım.
- Aramasın beni demişsin?
- Evet dedim.
- Aramak istedim; sesini duymaya ihtiyacım vardı… Mesaj atmak istedim. Ama yapamadım. Tersinin ters olduğunu biliyorum. Seni kaybetmek pahasına adım atmadım. Bir gün yollarımızın kesişeceğini biliyordum. Ama o günün bugün olacağını tahmin edemezdim. Tam da o gitmişken…
- En çok ihtiyacın olduğu anda… Yani en doğru zamanda olmuş aslında.
- Ölmek istiyorum. Yer yarılsın ve ben o yarıktan düşüp tamamen kaybolayım istiyorum.
- Gittiğin yerin buradan daha iyi olacağını nereden biliyorsun peki?
- Bilmiyorum. Şu anki tek isteğim bir daha geri gelmemecesine gitmek, kaybolmak, yok olmak. Ne dersen de işte...
- Sen içkiyi fazla mı kaçırdın? Söylediklerini bilinçli mi söylüyorsun anlamak istiyorum.
- Aklımı evden çıkarken rakı şişesinin içinde bıraktım.
- Aferin! Çok iyi yapmışsın…

Tuvalete gitmek için yerimden kalktığımda yalpaladım. Tam istediğim kıvamdaydım. Yaşasın! Sarhoş oluyordum. Tuvalet aynasında yüzüme baktım ve “Aman Tanrım! GAPS olmuşum!” Korkmayın! Bu bir hastalık ya da kötü bir şey değil. Bu en yakın kız arkadaşımla aramızda bulduğumuz; rimellerin ağlamaktan gözaltlarına yayıldığında pandaya benzeme durumunu vurgulayan bir tabir: Göz Altı Panda Sendromu, yani GAPS. Kafamdaki tüm düşünceleri yüzüme çarptığım soğuk su ile defettim. Kendime çeki düzen verip arkadaşımın yanına geri döndüm. Kendi derdime o kadar dalmıştım ki, onun nasıl olduğunu sorma inceliğini göstermemiştim bile. Bu kadar bencil bir insandım ben işte. “Hadi kalk gidiyoruz!” dedi.

- Nereye?
- Seni evine bırakacağım. Bu halde yalnız bırakamam seni.
- Ne var halimde? Ben daha çok içmek istiyorum.
- Her zamanki gibi çok güzel ve zarifsin. Ama bu kadar moralin bozukken yalnız kalman doğru değil. Halinden kastettiğim ruh durumunun dengesizliği. Hem sen benim ne demek istediğimi anladın, neden alınganlık yapıyorsun ki?

Uslu bir çocuk olup eve gitmeyi kabul ettim. Nasıl olsa evde de içki içmeye devam edebilirdim. Hesabı istedim ama ben tuvaletteyken halletmiş bile. Merdivenlerden inerken “Biraz başım döndü” diyerek koluma girdi. Bu onun, fazla alkolden ben merdivenlerden düşmeyeyim diye ama inatçılığımdan koluma girmesine izin vermeyeceğimi de bildiği için uydurduğu bir destek şekliydi. Hep böyle ince ve düşünceliydi benim arkadaşım işte. Yakup’tan çıktık ve kendimizi gecenin o saatinde bile kalabalıklığından hiçbir şey kaybetmemiş İstiklal Caddesi’nin keşmekeşliğinde bir o yana bir bu yana savrulurken bulduk. Galatasaray Lisesi’nin önüne kadar açılmam için yürüttü beni ve oradan bir taksi tutup beni eve kadar bıraktı.

Birkaç hafta daha aynı şekilde yaşadım. Yaşamak değil de, hayatta kaldım daha doğru bir kelime seçimi olurdu sanırım. İçtim dağıttım, ağladım zırladım, beni güldürüp eğlendirmeye çalışan dostlarımın öğütlerini dinledim, hepsi bir kulağımdan girip bir kulağımdan çıktı tabii ki… Sonunda tam kendime geldim derken çok zayıfladığımı, yüzümün çöktüğünü ve vücudumun tüm fitliğinin kaybolduğunu fark ettim. Aslında kendime geleceğime kendime yabancılaşmış, kendimden uzaklaşmıştım. Bu kadar zaman boyunca neredeyse ağzıma faydalı bir lokma yiyecek sokmamıştım. Alkolden sürekli midem bulanıyordu; rengim kireç gibi bembeyazdı, gözlerimin feri sönmüştü ve hayat enerjim de beni onun gidişiyle birlikte terk etmişti… Aaaah kendime ne yapmıştım ben? Bu kadar mı vazgeçmiştim kendimden? Mide bulantılarım her geçen gün arttı ve tahammül sınırlarımın kapılarının zorlanmaya başladığı noktada bir doktora başvurmanın en doğru karar olduğunu fark ettim. Birkaç kan testi yaptılar ve sonuçlar için birkaç saat beklemem gerektiğini söylediler. O kadar vazgeçmiştim ki yaşamaktan, mide kanseri olduğum sonucu çıksa mutluluktan havalara uçabilirdim. Sonuçlar için doktorun odasına gittiğimde, doktorun yüzündeki tebessüm ve heyecanlı bakışları kafamı karıştırmıştı. Nasıl bir hastalığım vardı ki doktor bu kadar mutlu görünüyordu? Ağzından şu cümle dökülürken aynı anda karnım ve kasıklarıma derin bir ağrı saplandı:

- 6 haftalık hamilesiniz!


03.01.2016
İstanbul