Kapının tıkırtısıyla
koltukta doğrulduğumda sabaha karşı 06.00 sularıydı… Gözlerimi ovuşturdum ve
dün gece yaşananlar düştü aklıma. Bir anda kalbim hızla atmaya başladı, elimi
sol yanıma götürüp bu tatlı çarpıntıyı tüm hücrelerimde hissettim. O enerji
saniyeler içinde parmak uçlarımdan tüm bedenime aktı ve heyecandan nefesim
kesildi…
Hayal miydi? Gerçek
miydi? Bir film sahnesi sanki dün bizim evde, bu salonda yaşanmıştı. Başrolde
ben ve o… Yıllar sonra yeniden… Birlikte…
Aniden salon kapısından
içeri uzanmış bana bakan bir çift gözle karşı karşıya kaldım ve işte bir kez
daha o gözlerin hapsindeydim. Ayhan sonunda geri gelmişti. Sevinçten çığlık
atmak, bağırmak, çağırmak, evin içinde bir sağa bir sola koşturmak, koltukların
üzerinde zıplayıp atlamak, en sevdiğim şarkıyı haykırmak ve boynuna atlayıp ona
kocaman sarılmak istedim. Saydığım tüm bu eylemlerin sadece en anlamlısını yani
sonuncusunu yaptım. Hoş geldin bile demeden, anlık bir hamleyle ona doğru
meyledip usulca kollarının arasında kendime yer açıp kokusunu içime çekerek
boynuna küçük bir öpücük kondurdum. Sarılmak ne güzel bir his… Dopdolu, kucak
kucak, tenlerin ve kalplerin birbiriyle teması, sevgi ve sıcaklığın karşılıklı
akışı, dertlerin sanki eriyip o anda yok oluşu…
- Bu hava
kaçmaz! Hadi Mini’yle gezelim dedi.
Mini köpeğimizin adı
değildi elbette. Zaten bir köpeğimiz olsaydı da muhtemelen 35 sene içinde
çoktaaan uzak diyarlara göçüp gitmiş olurdu. Mini bizim 1965 yılında aldığımız
külüstür ama hala tıkır tıkır çalışan emektar arabamızdı.
Ayhan’ın gözlerinden uyku
akıyordu ve muhtemelen dün gece içki almak için açık bir yer bulamayınca bir
bara girip bütün gece demlenmişti. İçki içmeyi severdi… Ben de severdim…
Sehpada dünden kalan her
şeyi öylece bıraktım. Yarım kalmış tabaklar, boş bardaklar, etrafa saçılmış
kuruyemişler… Bir günlük her şeyin dağınık kalmasında bir sakınca yoktu. Hemen
odama gidip hızlıca üstümdekileri değiştirdim. Kaybedecek zamanım yoktu. Bu
zaman bir daha geri gelmezdi.
- Ben arabaya
iniyorum dedi.
Beklemekle bir derdi
yoktu. Bekleme anlarında daima kendine bir meşgale bulmasını bilirdi. Kendi de
genelde geç kaldığı için bekletmelerime çok aldırış etmezdi.
Kapıdan çıkmadan holdeki
aynada kendimi göz ucuyla süzdüm, bordo rujumu sürdüm ve işte hazırdım. Siyah
rayban gözlüklerini takmış, radyonun sesini sonuna kadar açmış ve çalan şarkıya
eşlik ederken buldum onu…
Ne çıkar bahtımızda ayrılık varsa yarın
Sanma ki hikâyesi şu titreyen dalların
Düşen yaprakla biter,
Böyle bir kara sevda kara toprakla biter…
Soluğu Bebek sahilde
aldık. Arabayı park edip sahilde yürümeye başladık. Yorgunluğu her adımda biraz
daha artıyordu, bunu her halinden hissedebiliyordum. Birbirini çok iyi tanıyan
iki insanın sözcüklere ihtiyacı yoktur, konuşmadan da yüreklerinden geçenleri
hissedebilirler.
Bir banka oturup denizi
seyrettik, geçen gemileri, uçan kuşları, sahilde oynaşan kedileri… Denizin iyot
kokusunu ciğerlerimize çekerken, o öksürmesine rağmen cebinden çıkardığı
sigarasını şevkle yaktı ve ardı sıra derin derin nefesler çekti. Onun hırıltılı
nefes alıp verişlerine, martıların çığlıkları eşlik ediyordu. Bu senfoni hiç
bitmesin istedim. Zaman dursun ve biz o zamanın içinde donup kalalım,
kaybolalım istedim. Sessizliğimizi o bozdu.
- Kurt gibi
acıktım. Hadi kahvaltı yapalım.
Bebek kahveye gidip
kendimize mükellef bir kahvaltı sipariş ettik. Masada yok yoktu. Türlü çeşit
peynirler, reçeller, bal kaymak, sucuklu yumurta, menemen, kızarmış ekmek, simit…
“Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem ama kahvaltının mutlulukla bir
ilgisi olmalı” demiş Cemal Süreya. Ne de güzel, ne de doğru söylemiş. Kahvaltı
sonrası sade Türk kahvelerimizi höpürdete höpürdete içip çöken rehavetle
birlikte evin yolunu tuttuk.
Eve girer girmez kendini
yatağa atıp beni kolumdan tutup yanına çekti ve kafasını göğsüme gömüp öylece
uyuyakaldı. Saçlarını okşadım uzun uzun. Yüzünü seyrettim. Sakin ve sessiz…
Ve günler birbirini
kovaladı… Hepsi birbirinden özel, hepsi birbirinden güzel ve anlamlı… Ama ters
giden bir şeyler olduğunu sezmemek imkânsızdı… Ayhan’ın aklı çok karışık
görünüyordu, bakışları bulanıktı, sözcükleri anlamsız… Korkmuyordu, Ayhan
hiçbir şeyden korkmazdı. Hayata meydan okur, zorluklara göğüs gerer ve bir
kahraman edasıyla başıma açtığım türlü dertlerden beni kurtarırdı. Ama sonra
her şeyin sebebini anladım…
O zamansız çıkagelmiş bir
kuştu. Yolunu kaybetmiş… Ben kollarımı ona doğru açtım, o da geldi ve o boşluğa
kondu. Orada tam 21 gün aynı sıcaklıkla kaldı. Ne bir gün eksik, ne bir gün fazla…
Tam 21 gün… Zihnin bir şeyi kendi gerçekliği olarak kabul etmesi ve alışkanlık
haline getirmesi için geçerli olan süre tam 21 günmüş… Alıştım… O buradaydı, yanımdaydı,
yanı başımdaydı… Ama aslında ruhu çoktan başka diyarlara gitmişti… Onun daha
fazla acı çekmesini istemedim. Salonun penceresini ardına kadar açtım ve
pencereden süzülüp uçup gitmesine izin verdim…
Bu zamanın insanı değildi Ayhan. Tercihleri pek rafine kaçıyordu mesela; Taksidermi saplantısı, ziynet düşkünlüğü, fötr tüyü koleksiyonu… Bir de Mercedes sevdası. “Başka otomobile binmem” diyordu. “Mercedes’e de otomobil demem!” Böyle de tutucu, inat birisiydi. Sert mizacı ve çatık kaşları vardı. Hiç gülmediğinden yakınırdı çevresindekiler.
YanıtlaSilHalbu ki gözlerinin içi gülüyordu Ayhan’ın… Her zaman değil tabi; Perihan’ı tanıdığından beri…
Perihan’la yeni tanışmışlardı. Ayhan’ın gönlündeki karlı dağları eritmek istercesine sıcak tebessümlerini ardı ardına sıralıyor, kısık gözleriyle ışık saçtıkça pervanelere döndürüyordu Perihan Ayhan’ı.
Perihan’dan önce ağır hastaydı Ayhan. Nefes alıyor ama yaşamıyordu. Bunu yeni fark etmişti. Perihan durumun pek farkında değildi tabi. Bu durum da Ayhan’ın işine gelmiyor değildi ufaktan. İncinmekten pek korkardı Ayhan. Şimdi en azından doya doya Perihan’a bakabiliyor, onunla sohbet edebiliyordu.
Hem zaten gidip de Perihan’a diyebilir miydi: “yalnız seni düşünüyor ve senlen olmak istiyorum” diye? Perihan çok gülerdi sonra. Gülse yine iyi; Belki de hiddetlenir, terslerdi Ayhan’ı. Bir defa “senlen” nasıl bir kelime seçimiydi Allah aşkına! Hangi devirde yaşıyorduk?
Ayhan’ın böyle garip bir hitabeti vardı. Kendine has bir terminoloji oluşturmuştu. Komplike cümleler kurar; Fibonacci dizilimine göz kırparcasına, birbirinden uzun lafları bol noktalı virgülle birbirine bağlayıp, anlatım bozukluğuna düşmeden tek bir cümle halinde sonlandırmaya kafa patlatır, enerjisini bunlarla zayi ederdi. Dublaj sanatını hatmetmişçesine tonlamalar yapar, ezbere bildiği replikleri muhakkak bir şekilde laf arasına sıkıştırıp, kimse fark etmese de, bundan büyük bir tatmin duyardı. Yeşilçam, Ayhan’ın bedenine haddinden fazla sirayet etmişti besbelli.
Durmadan yağan yağmur fasıla vermişken, nasıl oldu bilinmez, Allah: “yürü ya kulum!” deyiverdi Ayhan’a. Onlar da yürüdüler Perihan’la, baş başa; Önce yukarı, sonra aynı yolu tekrar yukarıdan aşağıya.
Saçlarını mı okşamaya yeltenseydi acaba? Olur, mu yav! Hiç yakışık almazdı. Madara olmak, façayı bozmak da cabası.
Birkaç hoş kelam edip, naif bir girizgâh yapsaydı en iyisi…
Ne diyecekti ki? Perihan istiyor muydu acaba Ayhan’dan hoş sözler duymayı? İstemiyor olacaktı ki Ayhan’dan daha hızlı yürüyordu. Ayhan’ın onu yavaşlatmaya çalışması yetişemediğinden değildi şüphesiz. Eski “body”cilerdendi Ayhan, kondisyonu da epey iyiydi. Onun derdi başkaydı…
Bir an umutsuzluğa hepten battığını fark etti Ayhan. Tüm bu çaresizliğe feryad mı etseydi acaba haykırarak? Yine yanlış kelime seçimi… Bu devirde kim kullanırdı “feryad” lafını ondan başka; Üstelik “t” yerine ısrarla “d” ile! Perihan’ın eli kalem tutuyordu. Edebiyatı çok sağlamdı onun. Bu abuk subuk lafları duyarsa anında gözden düşmek vardı.
Hem Perihan ne bilirdi ki feryadı? O, hayat doluydu. O, mesud’du bir kere. Yanlış kelime! Mutluydu, kendisiyle barışık… Sosyal… Hatta “party freak” bile denilebilirdi biraz ileri gidip. Bu söz de pek plaza diline kaçmıştı.
Ayhan ne bilirdi plazayı? O, yazıhanesinde vakit geçirirdi genelde; Birkaç enstrümanı, deck teyp’i ve dual pikap’ıyla.
Müziği kayıpsız formatta dinlemeye bayılırdı.
Bak bak! Nasıl da kendi kendine boş konuşmaya başlamıştı yine… Ne kayıpsız formatı, ne sıkıştırılmamış müziği! Az evvel B vitamini ile vücuttaki demir depolarının etkileşimini anlatmaya heveslenen farmakolog Ayhan şimdi de ses mühendisi kesilmeye kalkmıştı.
Halbu ki düpedüz takıntıdandı Ayhan’ın plak, kaset merakı. Eski kafalı adamdı o, öyle son moda’yı takip etmemeliydi. Millet; CD,mp3, stream derken, o hala “son kasedi çıkmış” diye bahsediyordu sevdiği sanatçıdan. Abuk subuk saplantılardan bir başkası işte…
Ayhan’ın bu iç hesaplaşmaları bitmeyedursun, yürüyüş çoktan bitmişti…
YanıtlaSilDaha fazla kalamazdı Perihan. Gitmeliydi. Bir diş macunu firmasının reklam yüzü olmak için İstanbul’a davet edilmişti hem. Perihan, Ayhan’ın aksine, dostane ve medeni bir insandı. Avrupa görmüş, tahsilini kolejlerde tamamlamıştı. Ayhan gibi 15 senede değil üstelik!
“Görüşmek üzere” demiş bulundu Perihan, adab-ı muaşeret uyarınca. O dakikaya kadar, ağzından çıkacak her sözün kölesi olacakmış gibi hisseden Ayhan, bu sözlere ne kadar inanmak istediyse de olmadı, inanamadı. Nasıl İnancıktı ki! Senaryoyu yazan kendisiydi bir defa. Bu azab verici filmin mottosu değil miydi, hiçbir planın planlandığı gibi gitmeyeceği?
Ayhan’ın yönetmenlik macerası da böylece başlamadan bitmiş oldu. Perihan’ın ardından gittiği, örümcek ağlarıyla kaplı köhne meyhanede kulüp Rakı’sını içerken epey gözyaşı döktü esasında. Ama film bitmişti bir kere; Haliyle bu sahneyi ne gören oldu ne de duyan…
Felsefe böyleydi divanelerde, teselli aranırdı bahanelerde… Ayhan bir hayal kurmuştu ve o hayal, ebediyen hayal olarak kalacaktı artık. Hem, çok başarılı bir sanatçı değildi ki zaten… Bir Ayhan ışık değildi mesela; Perihan’ın göğsüne başını dayayıp oracıkta uyuyakalsın. O sadece Ayhan’dı. ” Ayhan Toprak”; unutulup gitmiş bir taklit sanatçı…
Otomobiline bindi Ayhan. İçinde çınlayan o şarkının olduğu kaseti dinleyecekti gerçeğe dönen o sıkıcı yolda.
Mercedes’de teyp elbetti ki olmaz. Zaten onun için Mercedes’ini garajda bırakmış, “otomobili” almıştı o da. Vosvos, 58 model…
Ayhan kaseti yerleştirdi, bir de kelebek penceresini açtı tosbağa’nın, belki bir duyan olur diye…
“Yeter artık beni üzdüğün gönlüm, ey deli gönlüm…
Ardında gezmekten tükendi ömrüm…”